03 Nisan 2007
Bir
öykü dergisi, önerilen toplam 405 kitaptan en çok oy alan 40 kitabı "Ölmeden
önce okunması zorunlu 40 kitap" diye listelemiş. 28'i dünyadan, 12'si bizden;
24'ü roman, 2'si
öykü, 7'si şiir kitabı.
Banu:
öykü, 7'si şiir kitabı.
Banu:
Bu, beğendikleri
kitapları sordukları kişiler belli ki entellektüel dünyada madara olmayalım
diye en klasikleri sıralamışlar, Allah bilir kendileri okumamışlardır bile,
Hamlet'miş, kıçım, ulan Mesnevi'yi gıcık Edebiyat öğretmenleri dışında kaç kişi
okumuştur, sorarım sana...
Aslan:
Eee, okumadığım sadece
34 numaralı "Kayıp Zamanın İzinde" var bu listeden ve şu anda o 7
kitaplık diziyi okuyorum. Yani bitirince mecburi hizmeti tamamlamış olarak,
gönül huzuruyla ölebilir miyim?
Banu:
Yav Aslan, kaffa mı
buluyosun, Mesnevi'yi de mi okudun?
Aslan:
Oooo öyle deme, Mevlana
okuması cesaret gerektiren, mesajı hoş ve bol bir eserdir ama iyi çeviri bulmak
gerekir, ben bulamamıştım ne yazık ki, çevirenler kendilerince Mevlana’yı
“ahlak” ve “din” sınırları içine çekmeye çalıştıklarından, kitap bir parlayıp
bir körelen ateşe benzemişti. Derindir O, çok derin, bilinir bir sözdür, eğer
çok eğilir uçurumun derinliğine bakarsan, uçurum da senin içine bakarmış.
Fakat ne ilginçtir ki,
Mevlana’ya, Yunus’un “bize rahmet yerden yağar” sözünü anımsatmışlar da, o
mübarek insan, çevredekileri hayrete ve saygıya boğarak, “bu yolda nerelere
vardımsa, önümde hep bu Türkmen hocasının izlerini gördüm” buyurmuştur. Yaa
kalpten kalbe yol vardır, elbette Şirket’te asla...
Sonra
da “25618 beyitten oluşan mesnevi şöyle başlar ki, insan durulur, sakinleşir
bir” diyerek ilk 18 beyiti yolladı.
Banu:
Yyyiyirmibeşbin...nee? Ayayayay,
bi tuhaf oldum, hmmmm, demek ki bu eserden uzak durulacak, bu beni aşar,
diyecen ki Odyssia'yı okumadın mı, okudum ama nasıl okudum bi ben biliyorum,
bunun da filmi çıkınca gider onu seyrederim.
06 Nisan 2007
Öğlen
Aslan’a bir kitabı sordum “sana mı vermiştim” diye ama adı bir türlü aklıma
gelmedi. Sonradan hatırlayıp Aslan’a mesaj attım.
Banu:
Vamık D. Volkan'ın
kitabının adı Körü Körüne İnanç idi. Evde bakacağım.
Aslan:
Evet bu kitabı Deniz’in
elinde görmüştüm ve okuyordu, bana sen de okumalısın demişti, senden sonra ben
de okurum kitabı inşallah demiştim, yine de eve bakayım ben de. Sen bulursan
oku, sonra da ben okuyayım. Olur mu?
Banu:
Ben okudum zaten,
bulursam sana getireceğim...
Aslan:
Ne kadar iyi bir insansın,
ilerleyen yıllarda da görüşelim.
Banu:
De buyur! ciddi ciddi
yazışırken dalga boyutuna niye geçtin gene??? Ben sana bir de Jean C. Ruffin'in
"Kralın Kervanları"nı getireceğim, iyi yürekliliğimi sen hesap et
artık...
Aslan:
Dalga değil elbette, şu
kitabı götüreyim de okusun Aslan, demişsin ya. Daha ne olsun.
07 Mayıs 2007
“Alışkanlıklarınızı
bırakın” diye bir yazı geldi…
Banu:
Allaallaaaa!
Alışkanlıklar iyidir, hele benim alışkanlıklarımdan vazgeçmem düşüncesi
bile bana bi baygınlık hissi veriyor. Sor ablama, dalyan gibi kadın, bi
sakatlığı yok bişiyi yok, haaala otururken "Banu çay koysana" diyince
kurulu bebek gibi kalkıp koyuyorum, alışkanlık işte, yani pavlovun köpeği bir,
ben iki.
24 Mayıs 2007
Aslan:
Kralın Kervanları
kitabına başladım, tam bir masal havasında başladı ve gelişiyor, bayılıyorum
böyle kitaplara, huzurlu ruh hali ile okunacak keyif veren eserlerden. Sanırım
bundan sonra hep böyle eserler okuyacağım. Toki konusunun deşilmesini ise çok
doğru bulmuyorum, bunlar iktidar alındıktan sonra halledilecek işlerden, milletin
hırsıza meyletmesi riski her daim mevcuttur çünkü.
Karlı dağın ardından
beklenen haber gelmiştir, sevinelim, ancak ne demek diye sormayalım, eski
yılların bir geceyarısında Tercan dağlarında bir kahvenin camına yapıştırılmış
gördüğüm, “İran’a yulaf satışları başlamıştır” notu bana bazı şeyleri açık
etmişti zaten. Yanımda hiçbiriniz olmadığı gibi hiçbirinizi de tanımıyordum
zaten. (İncilde de bu yazım tekniğine raslanır sık sık, kişiyi geri döndürüp
düşündürür nedense.)
Banu:
Ben de çok keyif alarak
okudum, böyle arkadaşlık-dostluk-onur vb. temalara bayılıyorum, ayrıca çok
yabancısı olduğum Habeşistan ile ilgili çok ilginç bilgiler de var, çok ilgimi
çekti, aradaki aşka da hakkını vermek lazım tabi, ama çok doğru söylüyorsun,
gerçek anlamda masalsı.
"Ne demek diye
sorma" dediğin için sormak zorundayım, "karlı dağın ardından beklenen
haber" nedir?
Aslan:
Beklediğimiz haber
geldi şirket içinden. (domp domp domp kafama)
Banu:
Doby'ciğim, öğlen
gerekli ayrıntıları alabilecek miyiz yoksa tırmalamaya devam edeyim mi?
Aslan:
Sanırım öğlen
ayrıntıları benden değil ama alabileceksiniz. (yok mu kızgın ütü, yok mu)
Banu:
Tamam sakin ol, bak
sana çorap vereceğim...
28 Mayıs 2007
Ben
“Çocuklarını, bebeklerini emniyet kemeri ile bağlamayanlara... Ön koltukta
oturan fırlar, arka koltuktaki fırlamaz zannetmeyin...” konulu bir yazı
yolladım.
Aslan:
Bırrr, gerçekten
korkutucu, bir daha limonlu fressh içememek insanı korkutuyor gerçekten de.
Kralın Kervanları, ne yazık ki 200. sayfadan sonra giderek bir tarih
tutucusunun günlüğüne dönüşmüş ve yazarın kafası dağılmış. Gerçek aşkın kız ile
Françoise arasında geçmesi gerekirdi bence, yazar yönlenmiş ve tekrar anayola
geri dönmüş gibi olmuş. Ara role çıkıp ölen zampara şövalye ve aşıkların
birbirlerine açıklamaları da başlangıca göre zayıf kalmış, konsolosu, keşişleri
ve uşağını iyi betimlemiş. Yazarların başına sık sık gelen acı bir
durumdur bu, sonuna kadar aynı tempo ile gidebilen, başeser oluyor zaten,
Gözünü Kan Bürümüş İnanç eserine başladım ama onda da yazarın Amerikan bakış
açısını, görüşlerinin omurgası haline getirdiğini ne yazık ki görüyorsun hemen,
kendi minik bilgi dağarcığımla Freud’un görüşlerine bile farklı manalar
yüklemeye çalıştığını hissettim ama bilgi birikimi oldukça yoğun, bu belli.
Güzel ellerde yaşadıktan sonra arasıra yabanelleri bir ziyaret edip, ya da
oralardan insanlarla konuşup, içyüzlerini bir anda görüvermek elbette mümkün
değil.
Sabah çıkarken Ekin de
uyanmış oluyor genelde, ben elini öperken, o da kollarını uzatıyor, beni
kucağına al diye, bense gelip, insanlarla, panellerle, perçinle filan
uğraşıyorum.
Gel Temmuz gel ve şu
tokinin ufak tefek taşları, yiğidim aslanım burda çalışır..
Banu:
Evet, bu Ruffin'in (ben
1 romanını daha okumuştum) romanın bir yerinde bir dağılma özelliği var. Ben bu
kitapta en çok esas oğlanın artık boyun eğmeye başladığını anladığı sahneyi
sevdim. Bir de sosyolojik bilgiler çok hoşuma gitmişti, örn. Habeşistan
Kralının penceresinin altında sürekli bir ağlayanlar güruhu olması, taht
odasında Kralın elleri kolları görevini yapan adamları falan, çok hoştu.
Körü Körüne İnanç'ta
Atatürk'e geldin mi? Gerçi o epey sonlardaydı. Ben de Atatürk'ü biraz hafife
almış diye düşünmüştüm, yani bütün olayı annesine bağlamış, bitirmiş işi. Belki
de doğru bir tespit olabilir ama o da Atatürk yani, ister anasına düşkün olur,
ister Fikriye'ye, ister Halide'ye, allaalla yaaa, koskoca Atatürk ona mı
soracaktı? Yani Atatürk'ün bize Vamık Bey'e ifade ettiğinden daha çok şey
ifade ettiği kesin. Belki de adamı takdir etmek lazım, bu kadar her etkiden
sıyrılıp tepeden bakabilmek de yetenektir, gerçi adam da zaten bu konuda
uzmanlaşmış. Biraz zor okunuyor ama sonuna kadar oku, ilginç tespitleri vardı,
zaten Proust'u okumuş biri olarak sen benim kadar zorlanmazsın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder