2 Mayıs 2016 Pazartesi

İnebolu

14 Ekim 2004

2003 Eylül ayında yaptığımız İnebolu yolculuğunu yazmıştım, Aslan’a yolluyorum.

Banu:

İnebolu

Bu hafta sonu İnebolu’ya “çingene palamudu” yemeye gittik. Tam mevsimiymiş. Fikir Halamdan çıktı. Babamı aramış “hadi...” demiş, babam zaten dünden hazır, o da beni aradı, “olur” dedim. Program yapılmıştı. Cumartesi öğlen et döneri, akşam çingene palamudu, Pazar öğlen de etli ekmek yenecekti. Cuma günü Halam iş çıkışı, atladı arabasına geldi İstanbul’dan. Cumartesi sabah 7.00da hareket ettik. Babam, “et döneri”ne yetişmek için arabayı deli gibi kullanıyordu. Çünkü Cumartesi günleri oranın pazarıymış ve döner kalmayabilirmiş. Üstelik öyle “çok müşteri gelirse” diye eti yedeklemezlermiş de. Yani bi biterse aç kalırmışız.

Ben herhalde 20 yıldır falan gitmedim İnebolu’ya. Babam ve dedem (annemin babası) İnebolulu. Orada her iki taraftan da hala akrabalar var. Benim İnebolu ile ilgili en canlı hatıralarım babamın teyzeleridir. Babamın “Kadir anne” dediği büyük teyzesine biz, belki de gerçeğini tanıma şansımız hiç olmadığından, anneanne derdik. Küçük teyze Bedriye de babamın “Bedriye anne”si, bizim “Hacı annemiz” idi. Kocası Hacı babayı hayal meyal hatırlıyorum ama babam onun için “dünyada cennete gidecek 3 kişi varsa biri odur” derdi. Olağanüstü bir insanmış. Sanırım böyle düşünmelerinin bir sebebi de, Hacı anne gibi gerçekten inanılmaz derecede bencil, kaprisli ve kıskanç bir kadına bunca sene dayanabilmiş olması idi.

Hacı anne öyle bir kadındı ki, anneme yazdığı mektuplarda halamı, halama yazdığı mektuplarda yengemi, yengeme yazdığı mektuplarda annemi çekiştirirdi. Halama kızgın olduğu bir dönemde, onun çok istediğini bildiği tek taş pırlanta yüzüğünü Ankara’ya geldiğinde bana vermiş, sonra da “ben o yüzüğü orada mı unutmuşum?” diye geri istemişti. Vermedim tabi. Bilmem kim öldüğünde yatağının altındaki sandıktan bir deste bağış makbuzu çıktı diye, habire camiye falan üç on kuruşluk bağışlar yapıp, makbuzlarını deste yapıp, yatağının altına koymak için aldığı sandığa yerleştirirdi. Neymiş efendim, öldüğünde, yatağının altındaki sandıktan bunlar çıkınca “ay ne iyiliksever kadınmış” denecek. Yani ne olduğu önemli değil, onun hakkında ne söyleneceği önemli. Pencerenin önünden geçen herkesle ilgili, çoğunlukla da aleyhlerinde söyleyeceği bir şeyler olurdu. Annem bizim yanımızda onu konuşturmamaya çalışırdı ama nafile. Onun fitne-fücur ve dedikodu alanındaki erişilmez gücünü yenmeye yetmezdi annemin çabaları. En kötüsü de neydi biliyor musunuz? Ailede en çok beni severdi.

Anneannem çok başkaydı. Tam bir Anadolu kadınıydı: Şişman, kırmızı yanaklı, güçlü kuvvetli, sevecen, anaç, dünya tatlısı bir kadındı. Ben sabah uyandığımda, ki ben  uykusuz ve sabahın köründe kalkan bir çocuktum, anneannem pazardan dünyanın alışverişini yapmış ve dönmüş olurdu. O zamanlar kadınlar tek başına pazara falan gitmezmiş ama anneanneme İnebolu’da “gık” diyecek babayiğit yoktu. Kimsenin aklına da gelmezdi zaten. O “Kadir anne”ydi. Hikmetinden sual olunmazdı. Bu sefer öğrendiğim bir başka komiklik de, eskiden kadınların çarşıda bir girdiği dükkana bir daha girmelerinin hoş karşılanmadığıydı. “Niye? Tezgahtara göz koydu mu derlermiş?” diye aklımca dalga geçtim. “Aynen öyle, burası enteresan yerdir” dedi halam. Oysa ben espiri yapmıştım.

Anneannemle Hacı anneler aynı apartmanda oturuyorlardı. Yani 2 katlı küçük bir “beton ev” diyelim. Evin yanında bir küçük pastane vardı ve dondurma satardı. Ankara’da en yakın dondurmacıya gitmek için annem bizi giydirir kuşandırır, bir seramoniyle evden çıkarır, epeyce de yürürdük. Orada dondurmacının kendi kendime gidip alabileceğim bir mesafede olması bende cennetteymişim hissi uyandırıyordu. Tam karşıda da Belediye Evlendirme Dairesi vardı. İlk defa orada öğrenmiştim “dul” kadınların gelinlik giymediğini. Elinde küçük bir demet çiçeğiyle, sade gösterişsiz bir döpiyes giymiş gelini görünce Hacı annem “hımmm, duldur bu dul!” demişti. Ben 6-7 yaşında falanım herhalde. “Dul ne demek?” diye sordum. Çünkü bizim evde insanların sosyal veya medeni durumlarıyla ilgili, özellikle olumsuz anlamlar taşıyabilecek sıfatlar pek kullanılmazdı. Dul, fakir, işsiz... gibi. Annem “kocasından ayrılmış veya kocası ölmüş kadınlara denir” dedi.
- Peki karısından ayrılmış veya karısı ölmüş erkeklere ne denir?
- Iıııı, canım onlar da dul ama o başka, demişti Hacı annem. Ben haliyle bu “başkalığı” o zaman anlamamıştım ama annemin sıkıntısından, konuyu uzatmamam gerektiğini anlayacak yaştaydım. Gerçi benim az buz patavatsız olmadığımı söylerler hep ama, demek susacağım tutmuş.

Saat tam 12’de, et döneri bitmeden “Kebapçı Kadir”in lokantasının önündeydik. Babam lokantanın sahibi ile sarıldı, öpüştü. Bu, “Kebapçi Kadir”in oğluymuş. Adamcağız babamı, Halamı falan görünce o kadar duygulandı ki, dokunsan ağlayacak. “İşler artık eskisi gibi değil”miş. “Hele kış geldi mi burada kimsecikler kalmıyor”muş. Anladığım kadarıyla, İnebolulular, hali vakti biraz da yerinde olanlar, büyük şehirlerde oturup, buraya yazlık gibi geliyorlar artık. Döner çok yağlı ama gerçekten çok lezzetliydi. Bu dönerin en önemli özelliği de üzerine bolca konan kimyon. Ama bunu sadece “Kebapçı Kadir”in lokantasında yiyebilirsiniz. Başka yerde değil...

İnebolu’nun sokakları inanılmaz dar. Tek arabalık. İki araba karşılaşınca biri geri geri gitmek zorunda kalıyor. Öte yandan günümüzün modern şehirciliğine de taş çıkartacak kadar düzgün, birbirine dik ve paralel sokaklardan oluşmuş. Ama her yamaç kasabasında olduğu gibi yukarılara doğru sokaklar kıvrıla kıvrıla çıkmaya başlıyor. Halam bizi kendi doğduğu eve ve Dedemin (annemin babası) doğduğu eve götürdü. Halamınkinde hala oturuluyor. Daracık bir sokakta, diğerlerine göre küçük görünen müstakil bir ev. Halam anneme “Ya Oya biliyor musun, şu evimizin önündeki yol bize nasıl büyük, geniş bir cadde gibi gelirdi” derken arabayı iki yandan duvarlara sürtmeden geçirmeye çalışıyordu.

Dedemin evi Tarihi Eser statüsünde korumaya alınmış. Baktım da, viraneye dönmüş, bir de korunmasa ne olacaktı acaba? Bayağı büyük, eski bir konak. Ahşap, cumbalı falan, onca bakımsızlığa rağmen hala öyle güzel ki. Bu evi hayal meyal hatırlıyorum, orada annemin amcaları oturuyordu galiba. İnebolu’ya geldiğimizde uğrardık. İçini pek hatırlamıyorum ama tavanların çok yüksek olduğunu ve yürürken her adımda çıkan, o ahşap evlere özgü gürültüyü çok iyi hatırlıyorum.

Bir kaç ziyaret de yaptık. Bunlardan biri Halamların eski komşuları “Zehranım Teyze” idi. Hala aynı evde oturuyorlardı, düşünsenize 45-50 yıl önceki komşunuzu gidip bulabiliyorsunuz. Küçük yerleri seviyorum.

Zehranım Teyze 90 yaşında falan var herhalde ama kadın cin gibi, eski-yeni her şeyi, herkesi, isimleriyle falan hatırlıyor. Kendi kendime “bu demans, bunama, alzheimer falan kent hastalığı herhalde, böyle yerlerde yaşayanlara bir şey olduğu yok” dedim. Sonra annemin amcasının kızını ziyaret ettik. Artık bir apartman dairesinde yaşıyorlar ama gene de bahçelerinde bir küçük bostanları var. Apartman dediğime bakmayın, her katta bir dairesi olan, 4 ya da 5 katlı bir ev de denebilir. Zaten anladığım kadarıyla apartmandaki herkes aileden. Orada topu topu 1 saat falan oturduk ama, bir dedikodu bir dedikodu, aklınız durur, amcalardan biri çok fena, bütün aileye zamanında ciddi kazıklar atmış, evin hizmetçisiyle kırıştırmış, karısı da nasıl güzel, haza hanımefendi bir kadınmış falan filan. Daha bir kaç kişiden daha bahsedildi de ben kişileri tanımadığım için bütün konuları çorba ettim. O gün pek eğlendik. Akşam çingene palamutlarımızı yerken de konumuz buydu. Ben mütemadiyen “karısını merdivenden itenle hizmetçiyi ayartan aynı kişi miydi? Dedemlerin konağına kim konmuştu? Karısını döven adam bilmemkim amcayı kumar masasında üçkağıda getiren adam mıydı” diye sorup durdum. Hiç de tutturamadım.

Bir de Halamın çocukluk arkadaşına uğradık. Çok tatlı bir kadın. O da İnebolu’nun değişen sosyal dokusundan pek dertli. Eskiden İnebolu, hanımların eldivensiz şapkasız falan sokağa çıkmadıkları çok modern bir kıyı kasabasıymış. Şimdi ise… Onlarda otururken de onların ailesi ile ilgili bir sürü hikaye dinledim. Çok hoştu.

Ertesi gün, son olarak pazarımızı da yaptık. İnebolu biberi, barbunya, dağ çileği, böğürtlen, sarımsak, gül reçeli falan aldık. Koca bir kovada anlamadığım bir şey vardı. “Bu ne?” dedim. Satıcı acıyarak suratıma baktı. Meğer mantarmış. Ama düşünebiliyor musunuz kocaman bir kovanın içini dolduran tek bir tane mantar. Ben ilk defa görüyordum.

Fakat etli ekmek yapan yer kapanmış. “Artık kimse fırında etli ekmek yaptırmıyor”muş. “Herkes evinde yapıyor”muş. E tabi haliyle biz de yiyemedik ama hevesimiz de kursağımızda kaldı. Kendimizi o kadar hazırlamıştık ki, ihanete uğramış gibi olduk.

Oradan ayrılırken baktım da, herhalde bir daha buralara yolum düşmez diye düşündüm. Şimdi hala oraları bilen, bize hikayelerini anlatacak insanlar var, babam, halam, annem, ama onlar da gidince, oralarla hiç bağlantımız kalmayacak. Ben pek öyle soyum, sopum, sapım, köküm diyen biri olmamama rağmen, içim bir tuhaf oldu.

Eylül 2003

Aslan:

Sayın yazar kişi, maalesef açık yüreklilikle belirtmeliyim ki, çok iyi olmuş. Hele aralarda gözüme gözüme giren, "bunu Banu yazmıştır" diye bağıran ifadeleri de, naif, zarif, kırılgan, gülümseyen -ama hüzünle- ifadelerle değiştirirsen mükemmele yaklaşır. Tookkk tookkk toookkkk...(sağ elime telefonla vurma sesleri)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder