14 Ekim 2004
Banu:
İnebolu
Bu hafta sonu
İnebolu’ya “çingene palamudu” yemeye gittik. Tam mevsimiymiş. Fikir Halamdan
çıktı. Babamı aramış “hadi...” demiş, babam zaten dünden hazır, o da beni aradı,
“olur” dedim. Program yapılmıştı. Cumartesi öğlen et döneri, akşam çingene
palamudu, Pazar öğlen de etli ekmek yenecekti. Cuma günü Halam iş çıkışı,
atladı arabasına geldi İstanbul’dan. Cumartesi sabah 7.00da hareket ettik. Babam,
“et döneri”ne yetişmek için arabayı deli gibi kullanıyordu. Çünkü Cumartesi
günleri oranın pazarıymış ve döner kalmayabilirmiş. Üstelik öyle “çok müşteri
gelirse” diye eti yedeklemezlermiş de. Yani bi biterse aç kalırmışız.
Ben herhalde 20 yıldır
falan gitmedim İnebolu’ya. Babam ve dedem (annemin babası) İnebolulu. Orada her
iki taraftan da hala akrabalar var. Benim İnebolu ile ilgili en canlı
hatıralarım babamın teyzeleridir. Babamın “Kadir anne” dediği büyük teyzesine
biz, belki de gerçeğini tanıma şansımız hiç olmadığından, anneanne derdik.
Küçük teyze Bedriye de babamın “Bedriye anne”si, bizim “Hacı annemiz” idi. Kocası
Hacı babayı hayal meyal hatırlıyorum ama babam onun için “dünyada cennete
gidecek 3 kişi varsa biri odur” derdi. Olağanüstü bir insanmış. Sanırım böyle
düşünmelerinin bir sebebi de, Hacı anne gibi gerçekten inanılmaz derecede
bencil, kaprisli ve kıskanç bir kadına bunca sene dayanabilmiş olması idi.
Hacı anne öyle bir
kadındı ki, anneme yazdığı mektuplarda halamı, halama yazdığı mektuplarda
yengemi, yengeme yazdığı mektuplarda annemi çekiştirirdi. Halama kızgın olduğu
bir dönemde, onun çok istediğini bildiği tek taş pırlanta yüzüğünü Ankara’ya
geldiğinde bana vermiş, sonra da “ben o yüzüğü orada mı unutmuşum?” diye geri
istemişti. Vermedim tabi. Bilmem kim öldüğünde yatağının altındaki sandıktan
bir deste bağış makbuzu çıktı diye, habire camiye falan üç on kuruşluk bağışlar
yapıp, makbuzlarını deste yapıp, yatağının altına koymak için aldığı sandığa
yerleştirirdi. Neymiş efendim, öldüğünde, yatağının altındaki sandıktan bunlar
çıkınca “ay ne iyiliksever kadınmış” denecek. Yani ne olduğu önemli değil, onun
hakkında ne söyleneceği önemli. Pencerenin önünden geçen herkesle ilgili,
çoğunlukla da aleyhlerinde söyleyeceği bir şeyler olurdu. Annem bizim yanımızda
onu konuşturmamaya çalışırdı ama nafile. Onun fitne-fücur ve dedikodu
alanındaki erişilmez gücünü yenmeye yetmezdi annemin çabaları. En kötüsü de
neydi biliyor musunuz? Ailede en çok beni severdi.
Anneannem çok başkaydı.
Tam bir Anadolu kadınıydı: Şişman, kırmızı yanaklı, güçlü kuvvetli, sevecen,
anaç, dünya tatlısı bir kadındı. Ben sabah uyandığımda, ki ben uykusuz ve sabahın köründe kalkan bir
çocuktum, anneannem pazardan dünyanın alışverişini yapmış ve dönmüş olurdu. O
zamanlar kadınlar tek başına pazara falan gitmezmiş ama anneanneme İnebolu’da
“gık” diyecek babayiğit yoktu. Kimsenin aklına da gelmezdi zaten. O “Kadir anne”ydi.
Hikmetinden sual olunmazdı. Bu sefer öğrendiğim bir başka komiklik de, eskiden
kadınların çarşıda bir girdiği dükkana bir daha girmelerinin hoş
karşılanmadığıydı. “Niye? Tezgahtara göz koydu mu derlermiş?” diye aklımca
dalga geçtim. “Aynen öyle, burası enteresan yerdir” dedi halam. Oysa ben espiri
yapmıştım.
Anneannemle Hacı anneler
aynı apartmanda oturuyorlardı. Yani 2 katlı küçük bir “beton ev” diyelim. Evin
yanında bir küçük pastane vardı ve dondurma satardı. Ankara’da en yakın
dondurmacıya gitmek için annem bizi giydirir kuşandırır, bir seramoniyle evden
çıkarır, epeyce de yürürdük. Orada dondurmacının kendi kendime gidip
alabileceğim bir mesafede olması bende cennetteymişim hissi uyandırıyordu. Tam
karşıda da Belediye Evlendirme Dairesi vardı. İlk defa orada öğrenmiştim “dul”
kadınların gelinlik giymediğini. Elinde küçük bir demet çiçeğiyle, sade
gösterişsiz bir döpiyes giymiş gelini görünce Hacı annem “hımmm, duldur bu
dul!” demişti. Ben 6-7 yaşında falanım herhalde. “Dul ne demek?” diye sordum.
Çünkü bizim evde insanların sosyal veya medeni durumlarıyla ilgili, özellikle
olumsuz anlamlar taşıyabilecek sıfatlar pek kullanılmazdı. Dul, fakir, işsiz...
gibi. Annem “kocasından ayrılmış veya kocası ölmüş kadınlara denir” dedi.
- Peki karısından
ayrılmış veya karısı ölmüş erkeklere ne denir?
- Iıııı, canım onlar da
dul ama o başka, demişti Hacı annem. Ben haliyle bu “başkalığı” o zaman
anlamamıştım ama annemin sıkıntısından, konuyu uzatmamam gerektiğini anlayacak
yaştaydım. Gerçi benim az buz patavatsız olmadığımı söylerler hep ama, demek
susacağım tutmuş.
Saat tam 12’de, et
döneri bitmeden “Kebapçı Kadir”in lokantasının önündeydik. Babam lokantanın
sahibi ile sarıldı, öpüştü. Bu, “Kebapçi Kadir”in oğluymuş. Adamcağız babamı,
Halamı falan görünce o kadar duygulandı ki, dokunsan ağlayacak. “İşler artık
eskisi gibi değil”miş. “Hele kış geldi mi burada kimsecikler kalmıyor”muş.
Anladığım kadarıyla, İnebolulular, hali vakti biraz da yerinde olanlar, büyük
şehirlerde oturup, buraya yazlık gibi geliyorlar artık. Döner çok yağlı ama
gerçekten çok lezzetliydi. Bu dönerin en önemli özelliği de üzerine bolca konan
kimyon. Ama bunu sadece “Kebapçı Kadir”in lokantasında yiyebilirsiniz. Başka
yerde değil...
İnebolu’nun sokakları
inanılmaz dar. Tek arabalık. İki araba karşılaşınca biri geri geri gitmek
zorunda kalıyor. Öte yandan günümüzün modern şehirciliğine de taş çıkartacak
kadar düzgün, birbirine dik ve paralel sokaklardan oluşmuş. Ama her yamaç kasabasında
olduğu gibi yukarılara doğru sokaklar kıvrıla kıvrıla çıkmaya başlıyor. Halam
bizi kendi doğduğu eve ve Dedemin (annemin babası) doğduğu eve götürdü.
Halamınkinde hala oturuluyor. Daracık bir sokakta, diğerlerine göre küçük
görünen müstakil bir ev. Halam anneme “Ya Oya biliyor musun, şu evimizin önündeki
yol bize nasıl büyük, geniş bir cadde gibi gelirdi” derken arabayı iki yandan
duvarlara sürtmeden geçirmeye çalışıyordu.
Dedemin evi Tarihi Eser
statüsünde korumaya alınmış. Baktım da, viraneye dönmüş, bir de korunmasa ne
olacaktı acaba? Bayağı büyük, eski bir konak. Ahşap, cumbalı falan, onca
bakımsızlığa rağmen hala öyle güzel ki. Bu evi hayal meyal hatırlıyorum, orada annemin
amcaları oturuyordu galiba. İnebolu’ya geldiğimizde uğrardık. İçini pek
hatırlamıyorum ama tavanların çok yüksek olduğunu ve yürürken her adımda çıkan,
o ahşap evlere özgü gürültüyü çok iyi hatırlıyorum.
Bir kaç ziyaret de
yaptık. Bunlardan biri Halamların eski komşuları “Zehranım Teyze” idi. Hala
aynı evde oturuyorlardı, düşünsenize 45-50 yıl önceki komşunuzu gidip
bulabiliyorsunuz. Küçük yerleri seviyorum.
Zehranım Teyze 90
yaşında falan var herhalde ama kadın cin gibi, eski-yeni her şeyi, herkesi,
isimleriyle falan hatırlıyor. Kendi kendime “bu demans, bunama, alzheimer falan
kent hastalığı herhalde, böyle yerlerde yaşayanlara bir şey olduğu yok” dedim.
Sonra annemin amcasının kızını ziyaret ettik. Artık bir apartman dairesinde
yaşıyorlar ama gene de bahçelerinde bir küçük bostanları var. Apartman dediğime
bakmayın, her katta bir dairesi olan, 4 ya da 5 katlı bir ev de denebilir.
Zaten anladığım kadarıyla apartmandaki herkes aileden. Orada topu topu 1 saat
falan oturduk ama, bir dedikodu bir dedikodu, aklınız durur, amcalardan biri
çok fena, bütün aileye zamanında ciddi kazıklar atmış, evin hizmetçisiyle
kırıştırmış, karısı da nasıl güzel, haza hanımefendi bir kadınmış falan filan.
Daha bir kaç kişiden daha bahsedildi de ben kişileri tanımadığım için bütün
konuları çorba ettim. O gün pek eğlendik. Akşam çingene palamutlarımızı yerken
de konumuz buydu. Ben mütemadiyen “karısını merdivenden itenle hizmetçiyi
ayartan aynı kişi miydi? Dedemlerin konağına kim konmuştu? Karısını döven adam
bilmemkim amcayı kumar masasında üçkağıda getiren adam mıydı” diye sorup
durdum. Hiç de tutturamadım.
Bir de Halamın çocukluk
arkadaşına uğradık. Çok tatlı bir kadın. O da İnebolu’nun değişen sosyal
dokusundan pek dertli. Eskiden İnebolu, hanımların eldivensiz şapkasız falan
sokağa çıkmadıkları çok modern bir kıyı kasabasıymış. Şimdi ise… Onlarda
otururken de onların ailesi ile ilgili bir sürü hikaye dinledim. Çok hoştu.
Ertesi gün, son olarak
pazarımızı da yaptık. İnebolu biberi, barbunya, dağ çileği, böğürtlen,
sarımsak, gül reçeli falan aldık. Koca bir kovada anlamadığım bir şey vardı.
“Bu ne?” dedim. Satıcı acıyarak suratıma baktı. Meğer mantarmış. Ama
düşünebiliyor musunuz kocaman bir kovanın içini dolduran tek bir tane mantar.
Ben ilk defa görüyordum.
Fakat etli ekmek yapan
yer kapanmış. “Artık kimse fırında etli ekmek yaptırmıyor”muş. “Herkes evinde
yapıyor”muş. E tabi haliyle biz de yiyemedik ama hevesimiz de kursağımızda
kaldı. Kendimizi o kadar hazırlamıştık ki, ihanete uğramış gibi olduk.
Oradan ayrılırken
baktım da, herhalde bir daha buralara yolum düşmez diye düşündüm. Şimdi hala
oraları bilen, bize hikayelerini anlatacak insanlar var, babam, halam, annem,
ama onlar da gidince, oralarla hiç bağlantımız kalmayacak. Ben pek öyle soyum,
sopum, sapım, köküm diyen biri olmamama rağmen, içim bir tuhaf oldu.
Eylül 2003
Aslan:
Sayın yazar kişi, maalesef
açık yüreklilikle belirtmeliyim ki, çok iyi olmuş. Hele aralarda gözüme gözüme
giren, "bunu Banu yazmıştır" diye bağıran ifadeleri de, naif, zarif, kırılgan,
gülümseyen -ama hüzünle- ifadelerle değiştirirsen mükemmele yaklaşır. Tookkk
tookkk toookkkk...(sağ elime telefonla vurma sesleri)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder