13 Temmuz 2009
Banu:
Biz
tatile gittik...
Nerden
başlasam, nasıl anlatsam?
Yolculuk
kısmından başlayayım. Yolculuğumuz çok güzel ve rahat geçti. Sabah 5:30’da yola
çıktık, öğlen 12:30 civarında Antalya’daydık. Biraz oyalandıktan sonra (çünkü
internette otele girişlerin 14:00’dan
sonra yapıldığı yazıyordu, biz de her zamanki kurallara uyan,
tapılası iyi niyetimizle, daha erken orada olmak ayıp olur diye biraz vakit geçirdik), oradan hevesle, merakla, heyecanla beklediğimiz, Tekirova’daki … Beach Club’a vardık (sonradan adını … Piç Club olarak değiştireceğim).
tapılası iyi niyetimizle, daha erken orada olmak ayıp olur diye biraz vakit geçirdik), oradan hevesle, merakla, heyecanla beklediğimiz, Tekirova’daki … Beach Club’a vardık (sonradan adını … Piç Club olarak değiştireceğim).
Deniz’in
ilk işkillendiği nokta girişteki Metris Cezaevi’nin kapısını andıran demir kapı
olmuş. Ben ise kapıdan sonraki adımda hafif bir sarsıntı geçirdim. Resepsiyonun
önünde bir otobüs dolusu anadolu insanının ellerinde kollarında bavullar,
çantalar, hani neredeyse kollarının altında deniz yatağı, boyunlarında kamyon
lastiğinden simitlerle, bir Levent Kırca skecinden fırlamışçasına
sergiledikleri görüntü nasıl bir yere geldiğimizle ilgili ilk ipuçlarını verdi.
Bu durum, kara kuru bir resepsiyon görevlisinin rüyalara giresi asık suratıyla
bize “ne vardı?” edasıyla bakmasıyla taçlandı. Klasik konuşmalar, rezervasyonumuz
vardı, falan, hepsi iyi hoş, işlemlerimiz yapıldı, her iş tamamlandıktan sonra,
“e anahtar?”, “oda hazır değil”, “niye değil”, “değil işte(???!!!)” (bu nokta Deniz’in
renginin kırmızıdan yeşile dönmeye başladığı nokta oluyor), “peki ne zaman
hazır olur”, “yarım saat sonra”. Yani kadın biraz gülümsese, “ay kusura
bakmayın, bugün çok fazla giriş-çıkış oldu, odaların temizlenmesini
yetiştiremedik, lütfen siz biraz şurada dinlenin, size bir çay-kahve ikram
edelim” falan dese, hiç umursamayacağız ama kadın sanki oda vermekle bize
lütufta bulunuyormuş gibi davranıyor. Bu arada Ege “anne burası berbat bir yer”
diye başladı, ben “dur oğlum daha yeni geldik, tamam, kötü bir giriş oldu ama
dur bakalım, henüz bir yargıya varmayalım” falan diyerek kendimi aşıyorum ama
Ege ikna olacak gibi değil, “anne, babamın suratını görmedin mi, burası kötü
bir yer, gidelim buradan” diye söylenip duruyor. Neyse, beklerken bi çay içelim
dedik, nerede içebileceğimizi sorduk, “sahilde” diye bir cevap aldık, kadın
eğitimli bir aJan gibi, ağzından öldür Allah laf alamıyorsun, “sahil nerede”
dedik, “şuradan gidin” diye kendince tarif etti, neyse yürüdük, sahili bulduk.
Bu arada, otel (ya da tatil köyü müdür nedir?) gerçekten bir çam ormanı içinde,
çoğu yerde güneş ışığı yere değmiyor, o raddede yani. Sahili de fena
görünmüyor. Deniz “eski kurum kamplarına benziyor” diye yorum yaptı. Sonradan
öğrendiğimize göre hakkaten öyleymiş. Çayımızı içtik, yarım saati geçirdik,
geri dönerken bizim odanın (167 numaralı oda olduğunu resepsiyondaki kadın
kartımızın üstüne yazarken görmüştüm) önünden geçiyoruz, “dur bi bakalım, oda
temizleniyor mu” dedim, odanın kapısına gittik, kapı duvar, çaldık falan, yok,
kimse yok. Biz gene saf saf (akıllanmıyoruz da), odanın işi bitti zannettik.
Tam yani RinTinTin’in “amca beni seviyor” sendromu. Neyse, resepsiyona döndük,
“oda hazır galiba?”, “bi soralım” (telefonlar falan edildi), “temizleniyormuş”,
“e ama biz gelirken kapısı kapalıydı”, “ne zaman?” (sanki çok fazla seçenek
varmış gibi), “5 dak. önce”, “ama sordum, temizleniyormuş”, “peki (çocuğum
şimdi elimde kalacan) ne zaman hazır olacakmış”, “birazdan”, artık bu noktada Deniz
soluğu otel müdürünün odasında aldı, adam nazikçe ilgilendi “arkadaşlar, Deniz
Bey’in odası yapılıyor değil mi, hızlandıralım onu” falan, o kadar etkili oldu
ki, bundan sonra tam bir buçuk saat daha bekledik. Nihayet sonunda, saat 16:15
civarında odanın anahtarını ele geçirdik, bütün amacımız bu olmuştu sanki, o
anahtarı elimizde tutmak bizde bir zafer duygusu yarattı, mutlu olduk.
Derken
odamız…
Eh
bu mükemmel karşılama ve iz bırakan servis kalitesinden sonra karşılaştığımız
oda daha iyi olsa hayal kırıklığına uğrayacaktım zaten. Ormanın içindeki odanın
camlarında tel yok, yani tamam da, doğayla iç içe yaşam da bi yere kadar yani,
kapılarımızı bütün börtü böceğe açmamız da beklenmiyor herhalde. Odanın
mobilyaları bi tuhaf, yataklar rahat ama bir dolap var, dağlara taşlara, ona
dolap demek yanlış olur zaten, duvarın girinti yerine kapak takmışlar (tahtadan
kapak, ahşap demeye dilim varmıyor, ahşap deyince belli bir kaliteyi ifade
eder, bununki için, tahta veya odun veya kereste denebilir), yani kapağı açınca
karşında duvar var, yer işe şap.
Tuvaleti
fena değil, bunların içinde bayağı iyi duruyor. Duşakabinin kapakları sadece
alttan nokta tutuşu yapıyor, yukarı doğru açılıyor ama olsun, fena değil, hiç
fena değil. Duşta, sıcak su için bir alet var, duş başlığı da oradan çıkıyor,
kordonu biraz kısa, çektin mi elinden geri kaçıyor, hafif duvar kenarı
pozisyonu alman gerekiyor, dizlerini de hafifçe kırdın mı, mis gibi alıyorsun
duşunu. Ancak suyu ayarlamak da ciddi bir yetenek istiyor, öyle herkesin harcı
değil, fazla açarsan su ateş eder gibi geliyor, üstelik ısınmıyor, az açarsan
kaynar su akıyor, ama diyorum ya, olsun, hiç fena değil, sıcak su var ya, yüce
rabbime şükürler olsun.
Televiyon
ise küçük değil küçücük bir televizyon, yani ekranı Ege’nin PSP’sinden biraz
büyük, üstelik bunun da ses ayarı yapılamıyor, ya bangır bangır, ya fısıldar
gibi izliyorsun. Otelde genel olarak bir ayar problemi var yani.
Yataklardan
başka oturacak bir yer olmadığından odada geçireceğin zaman oldukça kısıtlı, ya
yatacan, ya yatacan. Yatakların baş kısmına gelen yerde, duvarda, yaklaşık 10
cm.lik bir çıkıntı halinde bir…bir…bir “şey” var, onun yüzünden sırtını duvara
dayayıp uzanamıyorsun, başın garip bir biçimde önde kalıyor ve boynun
tutuluyor, mesela yatağa uzanıp kitap okumaya kalksan, bu duruştan dolayı
kafanı kaldıramadığından, kitabın sayfa başlarındaki satırlarını tavana bakar
gibi tepegöz şeklinde okuyabiliyorsun, göz cimnastiği gibi birşey yani.
Ayrıca,
odada 2 malzemenin birleştiği her yerde (kapı-yer, pencere-duvar, gibi) küçük
parmağımın geçebileceği kadar aralıklar var. Bir buzdolabı var, sanırım iyi
zamanları olmuş, Cumhuriyet’in ilk yılları falan olabilir. Ama bu olağanüstü
detaylarını verdiğim odada 3 kat perde var, bir tül, bir güneşlik, bir de asıl
perde. Perde de perde yani, 6 kat mukavvadan yapılmış gibi, tuttuğun zaman
perdeyi değil de masayı tutmuş gibi hissediyorsun, oda zaten küçük, bunlar da
iyice daraltmış. Tek iyi yanı, kliması var, hem de çalışıyor, hem de soğutuyor.
Konumlandırma itibariyle tabi ki açtığın zaman tam üstüne üfürecek şekilde
mükemmel ayarlanmış ama diyorum ya, olsun, var ya, çalışıyor ya.
Temizlik
mi? Bunun cevabı biraz zor, temiz denebilir de denmeyebilir de, yani çok pis
değil, çarşaflar falan yıkanmıştı, bunun dışında bir şey söylemesem daha iyi.
Tabi herkesin standartları farklı, örneğin annem bu odaya 12 litre çamaşır
suyu, 6 şişe kolonya, 2 galon yersil benzeri deterJan harcayabilirdi ama aslında
o kadar kötü değil.
Deniz,
bu yerin internette reklamını yapan turu şikayet edelim, dedi. Niye, dedim,
adamın yazdığı her şey var, odalarda duş, televizyon, klima, tesiste havuz,
bütün içecekler bedava, ormanın içinde, geniş alana yayılmış bungalov cinsi
odalar, yani hepsi var. Yalan bir şey yazmamış adamlar, neyi şikayet edeceksin?
Neyse,
neticede odaya yerleştik, ya da, yerleşir gibi yaptık. Ben her gittiğim yerde,
2 gün bile kalacaksam, hemen oraya temelli gelmişim gibi yerleşirim. Bu odada
nedense pek içimden gelmedi, zaten kıyafetleri koyacak raflı veya çekmeceli bir
modül olmadığından, çok fazla şansım da yoktu. Yarım yamalak yerleştik işte.
Sonra kıyıya gidelim dedik, bir şeyler içelim. Herşey self servis, yani öyle
oturduğun yerden “evladım bana bi çay getir” diyemiyorsun, zaten ortalıktaki
tek tük çalışan da öylesine hayatından bezmiş ve “nereden düştüm buraya”
havasında ki, değil bir şey istemek, hatırını sormaya korkarsın. Hatta o kadar
ki, dün gölgede bir masa buldum, üstüne yarım fincan kahve dökülmüş, gittim
bara “bir bez veya peçete alabilir miyim, masanın üstüne kahve dökülmüş de”
dedim, “ben silerim hanımefendi, siz zahmet etmeyin” demesini de beklemiyordum
ama bana “başka masaya geçin” demez mi, “güzel çocuğum, akıl sormuyorum, peçete
veya bez verecek misiniz?”. Neyse, sonra bi zahmet bana bez verdi. Masaları
sanırım günde 1 defa siliyorlar, sonra başının çaresine bakıyorsun.
İlk
akşam yemeği
Gelelim
yemek faslına. Saat yedide başlıyor. Yemekhanenin girişinde zincirler var,
arkada da bir güvenlik görevlisi 7’den önce içeri sızmaya çalışan olursa başına
topuzla vuruyor, töbe töbe. Hayır yani benim anlamadığım, insanlar da 7’ye
çeyrek kaladan itibaren o zincirin önünde birikmeye başlıyorlar, hafif omuz
darbeleriyle önlerde yer almaya çalışanlar falan, hani zincir açılır açılmaz
koşarak içeri girip yer kapacaklar, yemeklerini en önce alacaklar, en önce
doyup en uzağa tükürecekler, la havle. Ben hafifçe büyümüş, dehşet, panik ve
korku dolu gözlerle bu insanları izliyorum (Allaam n’olur yemek bitmesin yoksa
bunlar en zayıf halkadan başlayarak insanları yemeye başlayacak). Biz sessizce,
fazla göze batmamaya çalışarak, sakince gidip bir yer bulduk. Ben bir baktım,
ana yemek tarafında inanılmaz bir kuyruk, gene insanlar birbirinin üstünde.
Bekledim tabi oturduğum yerde, ben ki çok beğendiğim bir elbiseyi denemek için
mağazanın soyunma odalarının önünde bile sıra varsa beklemem, bu yiyicilerin
arkasında sıra beklemem elbette ki düşünülemezdi. Ege çok acıkmıştı, o
hengameye girdi, biraz sonra Deniz yemeğini aldı, en son da ben, 10 dakika
sonra ortalık durulduğunda, yemeğimi aldım. Yemekler vasat, yeniyor ama öyle
ahım şahım değil. Salataları fena değil, tatlılar da öyle. En güzel yiyecekler
meyveler ama onda da zaten otelin katkısı yok, Allah vergisi. Ve tabi ki tahmin
edeceğiniz gibi insanlar normal bir insanın yiyebileceğinin 8 katı yemek alıp,
sonra da bir sürüsünü masada bırakıyorlar.
Biz
burada, bitiremiyoruz diye birayı bardağa yarım doldurttuğumuz için bardaki
çocuk tarafından kınandık. Deniz’e “abi tam doldurursam ayıp mı olur?” gibi
zeka pırıltıları saçan bir laf etmiş, Deniz de “herşeyin fazlası zarar,
israftan da kaçınmak lazım” deyince “abi burada öyle yapmayacan, herşeyin en
fazlasını alıp, yarısını masada bırakacan” demiş. Beklenti bu, malzeme bu.
Herkes durumu kanıksamış, aykırı olan biziz. Yani burası doğru olanı yapmanın
yanlış olduğu bir yer.
Yemekten
sonra oturma yerine geçtik (havuzla sahil arasında bir yer, bundan sonraki
zamanımızın %80’inin geçtiği yer) biraz daha oturup odamıza gittik.
Burada
güneş de denizde batmıyor. Şimdiye kadar güneşin denizde batmadığı bir yerde
ilk defa tatil yapıyorum sanırım. İlginç.
İlk
gece
Yataklar
rahat ve en önemlisi, hatta en güzeli, gece hiç sıcak olmuyor, gün içinde
odalar çam ağaçları tarafından epeyce korunuyor anlaşılan, yatmadan önce biraz
klimayı çalıştırdık, valla sabaha kadar idare etti, hatta ben üstüme pike bile
örttüm. Bir de sivrisinek yok, bu da beni şaşırtan bir diğer durum. Halbuki
burada birer sivrisinek bulutu içinde dolaşsaydık hiç şaşırmayacaktım.
İlk
gün
Akşam
tavuklar gibi yatınca sabahın 7’sinde hortladık tabi. Kalktık kahvaltıya
gittik, aman tanrım, fakat o da nesi, bir sakin, bir huzurlu, kuyruk yok,
insanlar birbirinin üstünde değil. Güzelce, medenice kahvaltımız ettik
(kahvaltı fena değildi, çeşit az, sosis salam gibi şeyler lezzetsiz, yağ diye
verdikleri şey makine yağı gibi bir şey ama reçelleri güzel, bir de yumurtalar,
domates, salatalık, muhtelif otlar-maydonoz, dereotu, nane, roka-iyiydi), sonra
oturma yerine gidip yerleştik, açtık kitaplarımızı okumaya başladık. Ege
mayosunu giyip havuza gitti ve 10 dakika sonra yanımıza geldiğinde “ya burası
ne güzelmiş, burayı kim beğenmez ki” dedi. Ege’nin bu 180 derecelik dönüşündeki
en büyük etken havuzdaki kaydıraklardı. Derken arkadaşlar edindi ve buradaki
hayatına mutlu bir şekilde devam etti.
O
gün ben kendi halimde kitabımı okurken, arka masada oturmakta olan, buraya
turla geldiklerini daha sonra anladığım ve 20’li yaşlarındaki tur
operatörleriyle garip bir sıkı fıkılık içindeki, yaşlarının 55 ile 65 arasında
olduğunu tahmin ettiğim 3 kaknem hanım kakara kikiri tur operatörü çocuğa dün
akşam başlarından geçen hoş ve eğlenceli bir olayı anlatıyorlardı. Ay balkonda
telefonda konuşuyormuş, hahaha, bi bakmış balkonda bişey, kikiki, önce ayakkabı
bağı zannetmiş, hahaha, ay bi bakmış, hareket ediyor, kikir kikir, yılan ayol
yılan, hahaha. Arkadan gelen “donk” sesini duymadılar tabi, bayılmışım. Kendime
geldiğimde, titreyen ellerle bir sigara yaktım, o sırada Deniz geldi, anlattım,
“Banu’cuğum, hemen gidelim istersen” dedi ama Ege’nin burayı sevme eşiğini
geçmiştik, çocuk tam keyif almaya başlamış, zaten paramızı da geri alamıyoruz,
“neyse, kalalım” dedim, “ancak odada kapı pencere katiyen açılmayacak”. Ben
henüz (4. gündeyiz) herhangi bir yılan, çıyan, akrep, kertenkele veya
karıncayiyen görmüş değilim ama özellikle geceleri odaya giderken sırtımda bir
ürperti olmuyor desem yılan, ay yani yalan olur. Bu yılan mevzuundan Ege’ye
bahsetmedik tabi, o da az tırsık değildir, odadan çıkmazdı artık. O gece
rüyamda, terör eylemi yapmak için çete oluşturmak suçundan ergenekon kapsamında
tutuklanan 167 tane yılanın kameraya bakıp “eğitim şart” dediklerini, sonra da
kıvrılarak “önce vatan” yazdıklarını gördüm.
İnsanlar
öğlen yemeğinde daha medeni görünüyorlardı, o saatte bir de yan tarafta sürekli
pide çıktığından mıdır nedir, çok kalabalık olmadığı gibi, insanlar ipten
kazıktan kurtulmuşçasına yemeklere saldırmıyor.
Bu
durumu da gerçekten incelemek lazım. Yani buraya gelebilen bir insanın maddi
durumunun az çok yerinde olduğunu düşünebiliriz, en azından kıyma almaya
ayıracak paraları vardır, di mi? Peki o zaman lütfen biri bana, öbür tarafta
3-4 çeşit yemek varken, insanları köfte-patates kuyruğunda 15-20 dak. beklemeye
iten psikolojik durumu açıklasın. Karides, kurbağa bacağı veya suşi falan
değil, bildiğin köfte patates. Yani bunu basit bir açgözlülükle açıklamanın
yeterli olacağını sanmıyorum. Başka bir şey var, bambaşka bir şey. Dediğim
gibi, bildiğin köfte patates.
Öğleden
sonra biraz dinlenmek için Ege ile odaya çekildik, Deniz de o 1 parmaklık
açıklara sıkalım diye böcek ilacı almaya gitti. Biraz sonra kapı çalındı, Deniz
geldi zannettim, “kapı açık” falan diye bağırıyoruz içerden, yok, çalmaya devam
ediyor. Kalkıp kapıyı açtım, karşımda burada çalışan çocuklardan biri, bana
“hasskipin” dedi. Anladığım şeyi söylemiş olamayacağını düşünerek, soru dolu
gözlerle bakmaya devam ettim, tekrar “hasskipin” dedi. Tam “SENSİN” diyecektim
ki “housekeeping” demeye çalıştığını farkettim. “Odayı mı temizleyeceksiniz?”
dedim. “Da…evet” dedi. Bu arada çalışanların hepsi Rusça konuşuyor,
Türkçelerini tam duyamadığım için Rusça öğrenen Türkler mi yoksa Türkçe öğrenen
Ruslar mı bilmiyorum ama şakır şakır Rusça konuşuyorlar valla.
Biraz
buradaki insanlardan da bahsedeyim. Değişik bir Türk-Rus ahalisi karışımı olduğunu söyleyebilirim. Yani
biliyorsunuz Rus ırkı güzel bir ırktır, kadını erkeği, yüzleri ayrı güzeldir
vücutları ayrı güzel. Buradakiler ise hepsi seçmece, yani bu kadar şekilsiz
kadını/adamı nasıl bir araya toplamışlar bilmiyorum. Zaten konuşmadıkları
sürece Türklerle Rusları ayırmak mümkün değil. Ama çocukları çok güzel Allah
için, valla bunların büyüyünce nasıl bu kadar değiştiğini anlamak da mümkün
değil. İlginç bir durum. Bir de nerede bebesi ağlayan, bağıran çağıran,
edepsizlik yapan bir aile varsa anlayın ki Türk. Bu gavurların hiç birinin
bebesinin ağladığını, yaygara ettiğini, şımardığını görmedim. Derin kültür
farkını algılayabildiğim tek nokta buydu, yoksa aynı şekilde eğleniyorlar, aynı
şeylerden keyif alıyorlar. Örneğin Beach volley herkesin favorisi, aman bir
eğleniyorlar bir eğleniyorlar, bağıra çağıra tezahüratlar, hoplayıp zıplamalar,
çevrede rahatsız olan varmış yokmuş hiç umursamadan, tam hobarey halkım
eğlencesi. Yani bu kadar batılı bir oyun ancak bu kadar doğulu bir hale
getirilebilir. Var olan yarım akıllarını da güneşin altında voleybol oynayarak
kaybettikleri kanısındayım, yoksa o kadar sıcakta, güneşin alnında 1 saat
hoplayıp zıplamaktan zevk almayı da açıklayamayacağım. Bir de, anlamını hala
çözemediğim, bence sosyolojik bir vaka olarak incelenmesi gereken, erkeklerde
“şort mayonun paçasını şortun don kısmının içine tıkıştırma” olayı var.
Genellikle tek paça olarak kendisini göstermekle beraber, çift paçanın donun
içine girdiği vakalara da rastladık. Bu nedir, niyedir, anlamadım. Gene
incelenmesini arzu ettiğim bir diğer husus da, sabahın köründe kalktığım halde
havuzun kenarındaki bütün şezlonglarda gördüğüm havlular. Bu insanlar sabah
ezanıyla kalkıp mı bu havluları koyuyorlar yoksa akşamdan mı hallediyorlar
işlerini, ya da akşamüstü oradan ayrılırken mi bırakıyorlar, hiç anlamadım.
Bunu inanılmaz bir terbiyesizlik ve saygısızlık olarak gören de bir tek biziz
sanırım. Kimsenin şikayeti yok, herkes kaderine razı olmuş, yani ben havuz
kenarına gidebiliyor olsam, sabah herkesden önce havuz kenarına inip bütün
şezlongların havlular tarafından işgal edildiğini görsem valla hır çıkarırdım.
Buradaki
insan profiline değişik bir tarzla katkıda bulunan bir de türbanlılarımız var
ki onları nereye koyacağımı iyice şaşırdım. Kadın türbanlı, haşemayla denize
giriyor, ama 7-8 yaşlarındaki kızını akşam animasyon gösterisine dansöz
kıyafetinden hallice bir kıyafetle getirip bir de sahneye koyuyor. Hadi bakalım
buyur, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.
Tabi
ki her şey de bu müşteri profiline göre. Örneğin müzikler. Artık Türk popüler
dünyasında neler dinlendiğini öğrendik, hatta ezberledik. Daha önce hiç
duymadığım, ilginç lezzetteki müzikler ruhumu bir değişik besledi. Bu tadına
doyum olmayan şarkılardan bazılarının sözlerinden bir derleme yapmak istiyorum;
Sevgilimi
koluma takarım
Bebekte
3-5 gezerim
Olmadı
bir de sinema yaparım
Gördün
mü ne unutkanım
….
Bas
gaza aşkım bas gaza
Kim
tuttar seni bas gaza
Yollar
senin hiç durma
Hadi
uçur beni buradan
…..
Bana
ne bana ne şimdi öpcem seni
…..
Oldun
mu oldun mu şimdi mosmor oldun mu
Yok
ben öyle demedim
Yoksa
hemen korktun mu
Tabi
bir de bol bol rusça şarkı dinledik, onları yazamayacağım haliynen ama
sözlerinin bunlardan farklı olduğunu sanmıyorum.
Buranın
havasına gelince. İşte bu da beni şaşırtan bir diğer durum. Hava bir güzel, bir
güzel. Bütün gün burada (bahsettiğim oturma yerinde, ağaçların altında,
gölgede) oturduğum halde hiç bunaldığım olmadı, hatta terlemedim bile, sürekli
bir esintisi var. Aslında buna kuvvetli bir esinti veya hafif bir rüzgar demek
daha doğru olacak ama gerçekten mükemmel bir şey. Birkaç öğleden sonra da
anormal gök gürledi, sanırsın ki fırtına geliyor ama havaya bakıyorsun açık,
günlük güneşlik, birkaç bulut var ama öyle koyu gri, siyah falan değil. Arka
tarafları ağaçlardan göremiyoruz, herhalde arkalarda hava kapalı diye düşündük,
yoksa bir garip durum, hatta ürkütücü bile denebilir. Zaten jumanjide zar atmış
gibiyiz (bu filmi izleyenler izlemeyenlere anlatsın, ya da izlesin), bir de
nereden geldiği belli olmayan, gizemli gökgürültülerini kaldıramazdık herhalde,
e bu da bünye yani.
Ege
gittikçe buradan daha çok keyif almaya başladı. Müthiş eğleniyor. Artık
yemekleri bile bizle yemiyor, arkadaşlarıyla bir masaya doluşuyorlar, pek
eğleniyorlar.
Buradaki
içeceklerden de söz etmeden geçemeyeceğim. Evet doğru, her türlü içki falan
bedava ama, markaları yok, yani burada arkadaki barakaların birinde mi
yapıyorlar, yoksa bir yerlerden alıyorlar mı, nereden alıyorlar belli değil.
Kola, meyve suları, votka, cin, viski, şarap, hepsi “x” marka ve ben ki içkiden
falan anlamam, ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, tatları kötü, hatta çok
kötü.
Kıyıda
sürekli bir hareket var. Jet ski’ye binenler, paraseling yapanlar
(açıklayacağım), rüzgar sörfü yapanlar, gelip geçen gezinti tekneleri,
görüntüler pek hoş. Paraseling, teknenin, arkasına takılan paraşütü iple
çektiği gezinti olayı. Motorun üstünde “PARASELING” yazıyor, epeyce düşündüm bu
ne demek ola ki, diye. Herhalde paraşüt satışı falan demek istiyorlar.
Sonradan, yan sitenin motorundaki “PARASAILING” yazısını görünce anladım
“haskipin” gibi erozyona uğramış bir zavallı kelime olduğunu. Ege bunu yapmayı
pek istedi, ben tabi bunun ipinin malzemesi ne, bakımı yapılıyor mu, aşınmalar
kontrol ediliyor mu, kaç seferde bir değişiyor, en son ne zaman değişmiş gibi
soruları hiç aklıma getirmedim ama Deniz’e “sen de onunla bin” demeyi de ihmal
etmedim. Buna tek veya çift binilebiliyor. Neyse, Ege de fiyatını öğrendi, 45tl
adam başı, iki kişi binerse 90 tl. Tamam dedik, ertesi gün adamın yanına
gittik, paraseling yapacaz diye. Adam Ege’ye döndü ve “sana kaç dediydim” dedi,
Ege “90” dedi. Ben tabi çenemi tutamayıp “bunun standart bir fiyatı yok mu”
dedim, adam bana “yerlilere daha ucuz yapıyoruz” dedi, babababa, özürü
kabahatinden büyük, ben de “e ama bizimle türkçe konuştuğunuza göre, yerli
olduğumuzu anlamış olmalısınız, gene de sordunuz ‘kaç dediydim’ diye” demedim
artık. Standartlar da kendi aralarında 3’e 5’e ayrılıyor belli ki. Artık bütün
bunların üstüne iple ya da güvenlik önlemleri ile ilgili soruların adama ağır
geleceğini anladığımdan, hiç sormadım. Neyse, bizimkiler çıktı yola, Ege ip
koparsa ne yapacağını düşünmekten (ben bu konuyla ilgili tek kelime
etmemiştim), Deniz de Ege’yi kollamaktan, bi halt anlamadan indiler. Ege
yukarda babasına “artık söyleyebilirim, bak baba, ip koparsa şuradan paraşütle
bağlantıyı koparıp balıklama aşağı atlayacağız” demiş, Deniz de “balıklama
değil, çivileme” diyerek karşılıklı aynı konuya kafa patlattıklarını teyid
etmişler. Sonra inene kadar da kelime-i şehadet getirmişler sanırım. Ege hemen
kuyruğunu kıstırıp koşarak havuzun güvenli sınırlarına attı kendini. Deniz de
belli ki bir şey anlamamış “ben Ege’yi kolluyordum” diyor. Hoşlarına gitti mi
gitmedi mi anlamadım ama korktukları kesin.
Pazar
günü, yani buradaki 2. gecemizde, akşam yemeğinden sonra gene kıyıya indik,
içkilerimizi aldık, oturuyoruz ama, çevrede bir hareket, bir bereket, masalar
geliyor, sandalyeler gidiyor, sahneye yakın yerdeki iki masa arasına üçüncüsü
tıkıştırılmaya çalışılıyor falan, anladık ki bir okazyon var. Meğer Türk
gecesiymiş. Önce, sonradan her akşam tekrar ettiğini öğrendiğimiz, yarım saat
(belki 45 dak.) kadar “çocuk diskosu” tabir edilen bir “yetişkin işkencesi”ne
maruz kaldık. Neyse, buna fazla laf etmeyim, Ege de küçük olsa eminim buna
bayılırdı. Biz de, şimdi görüp dalga geçtiğimiz anne babalar gibi, çocuğumuz
eğleniyor diye fotoğraf çekmeye kalkardık. Sonra Türk gecesi başladı. Yani bir
grup çıkıp, Anadolu Ateşivari bir gösteri yaptılar. Fena değildi ama ben genel
olarak folklorun böyle dejenere edilmesinden fazla hoşlanmıyorum, ne
oynadıkları belli değil, bi bakıyorsun
Bingöl figürü, arkasından Kırklareli, Dinar, Adıyaman figürleri, derken
Silifke, Karadeniz, artık Allah ne verdiyse arka arkaya sıraladılar. En son
Artvinimsi bir kıyafetle Atabarımsı bir şey oynayıp, Coşkun Çoruhumsu bir
oyunla bitirdiler. Gene de haklarını yemeyeyim, çok kötü değildi, neticede
amaca uygun bir gösteriydi, ortam daha ağırını kaldıramazdı zaten. En sonunda
da dansöz çıktı. Dansında iş yoktu ama kız çok güzeldi, onu da izledik ama onun
da gösterisinin sonunda seyircilerin arasına inip tren dansı yaptıracağını
anlar anlamaz kıyıdan kıyıdan sıvıştık.
Animatörümüz
David ilginç bir adam. Rus olduğunu düşünüyoruz. Türkçeyi iyi bilmiyor ama
herkesle konuşup şakalaşıyor, sabahları çocuklara aktiviteler yaptırıyor,
büyüklere havuzda sutopu oynatıyor, her öğünü birinin masasında yiyor, her
akşam birileriyle tavla oynuyor, sevimli ve işini iyi yapmaya çalışan bir adam.
Bizimle de bir ilişki kurmaya çabaladı ama nafile, duvara toslamış gibi oldu
gariban. Bir gün ben odadayken kıyıda kitap okuyan Deniz’e “tavla oynar mısın”
diye sormuş, Deniz de “yok sağol, kitap okuyorum” demiş, o gün bu gündür
yanımıza uğramıyor. Deniz de “Aslında Rusyanın Yeltsin döneminden bugüne,
Putine kadar olan değişimini sade vatandaştan dinlemek isterim ama bu adam o
adam değil” dedi. Allahtan sormamış, adamcağızın yaşayacağı şoku düşünsenize,
hobarey halkıma alışmışken biri tutup Rusyadaki sosyo politik değişimle ilgili
görüşlerini soruyor, 6 ay kendine gelemezdi herhalde. Yani Deniz’in Adana’daki
pavyonun birinde masaya gelen konsomatrise “Adana’da müze var mı?” diye
sormasından sonraki en travmatik olay olurdu sanırım.
Genel
olarak sabahları kahvaltıdan sonra bikinimi giyiyorum, şalımsı bir şeyi kalçama
bağlıyorum, gidip oturma yerinin en gölge noktasına yerleşiyorum. Havuz oldukça
korunaklı, epey gölgelikli bir yerde ama Halk Plajı gibi olduğundan girmiyorum,
denize zaten giremiyorum, şimdi diyeceksiniz ki madem niye bikinini giyiyorsun.
E çünkü ben öyle yerlerde şortuyla oturan kadınlara sinir olurum, ayrıca da 15
seneden sonra ilk defa bu sene kendime bikini aldım, senede 2 kere giyince
eskimiyor meret, yeni cicimi giymek istedim. Üstü de t-shirt gibi zaten, pek
rahat ettim. Neyse, orada başlıyorum çay-kahve-su-bira içip, öğlene kadar güneşin
durumuna göre önce masa çevresinde dolanarak, yetmezse masaları gezerek
kitabımı okumaya. Güneşle aramızdaki bu kovalamacanın bir yerlerinde alçak güneş
beni sobelemiş ama rüzgar öyle güzel esiyor ki, hiç farketmemişim. Daha birinci
günün akşamı bir baktım, göğsüm (daha doğrusu “iman tahtası” denilen bölge)
kızarmamış mı? Yahu uğraşsan yakamazsın orayı, en zor yanan yerlerden biridir,
ben de oraya krem sürmemiştim. Yansıma desen, yansımadan etkilenecek kadar deniz
kıyısına yakın da değiliz ama nasıl olduysa haşlanmışım işte. Hemen alerji için
ilacımı aldım, soyulmasın, su toplamasın diye de bepanteni sürdüm. Kötü
görünüyor ama su toplamadı ve az kaşınıyor. Derken ertesi gün ben gene bikinimi
giydim, belime şalımsı şeyi bağladım, oturma yerine gittim. Aynı düzen akşama
kadar devam etti. Bir baktım, bu sefer de sol dizimin sağ tarafıyla, sağ
bacağımın diz üstünden kalçaya kadar olan, şalımsı şeyi bağlayınca açıkta kalan
kısmı üçgen şeklinde ve nasıl desem, tatlı bir çingene pembesi renginde
kızarmış denebilir ama ben “ciğer gibi kızarmış”ı tercih edeceğim. Fakat nasıl
bir kızarma olduğunu size anlatamam, pembe falan değil yani, bayağı kıpkırmızı.
Yarın da belimin sol tarafıyla baldırımın ortasını yakarsam, patchwork
battaniyeler benzeyeceğim. Hayır yani bunları yok etmenin yolu da yok. Acaba
diyorum, her şeyi göze alıp, kendimi ortalığa atıp 10 dak. beach volley oynasam
mı, işim hemen biter zaten ama hiç olmazsa her tarafım aynı renk olur, şimdiki
gibi Türk bayrağına benzemem.
Bütün
bunlardan çıkan sonuçlar;
- Asla internetten bulduğun
yerlere gitme, mutlaka yargısına güvendiğin birinin daha önce gittiği ve
tavsiye ettiği bir yer olsun
- Ya da ucuz yer buldum
diye sevinme, ucuz yer sahiden ucuz oluyor.
- Yanında en az 1 aile daha
olsun, çocuksuz olabilir, çünkü Ege arkadaş edinebiliyor, asosyal olan
biziz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder