6 Haziran 2016 Pazartesi

Tekirova'da Bir Tatil

13 Temmuz 2009

Banu:
Biz tatile gittik... 

Nerden başlasam, nasıl anlatsam?  

Yolculuk kısmından başlayayım. Yolculuğumuz çok güzel ve rahat geçti. Sabah 5:30’da yola çıktık, öğlen 12:30 civarında Antalya’daydık. Biraz oyalandıktan sonra (çünkü internette otele  girişlerin 14:00’dan sonra yapıldığı yazıyordu, biz de her zamanki kurallara uyan,
tapılası iyi niyetimizle, daha erken orada olmak ayıp olur diye biraz vakit geçirdik), oradan hevesle, merakla, heyecanla beklediğimiz, Tekirova’daki … Beach Club’a vardık (sonradan adını … Piç Club olarak değiştireceğim).

Deniz’in ilk işkillendiği nokta girişteki Metris Cezaevi’nin kapısını andıran demir kapı olmuş. Ben ise kapıdan sonraki adımda hafif bir sarsıntı geçirdim. Resepsiyonun önünde bir otobüs dolusu anadolu insanının ellerinde kollarında bavullar, çantalar, hani neredeyse kollarının altında deniz yatağı, boyunlarında kamyon lastiğinden simitlerle, bir Levent Kırca skecinden fırlamışçasına sergiledikleri görüntü nasıl bir yere geldiğimizle ilgili ilk ipuçlarını verdi. Bu durum, kara kuru bir resepsiyon görevlisinin rüyalara giresi asık suratıyla bize “ne vardı?” edasıyla bakmasıyla taçlandı. Klasik konuşmalar, rezervasyonumuz vardı, falan, hepsi iyi hoş, işlemlerimiz yapıldı, her iş tamamlandıktan sonra, “e anahtar?”, “oda hazır değil”, “niye değil”, “değil işte(???!!!)” (bu nokta Deniz’in renginin kırmızıdan yeşile dönmeye başladığı nokta oluyor), “peki ne zaman hazır olur”, “yarım saat sonra”. Yani kadın biraz gülümsese, “ay kusura bakmayın, bugün çok fazla giriş-çıkış oldu, odaların temizlenmesini yetiştiremedik, lütfen siz biraz şurada dinlenin, size bir çay-kahve ikram edelim” falan dese, hiç umursamayacağız ama kadın sanki oda vermekle bize lütufta bulunuyormuş gibi davranıyor. Bu arada Ege “anne burası berbat bir yer” diye başladı, ben “dur oğlum daha yeni geldik, tamam, kötü bir giriş oldu ama dur bakalım, henüz bir yargıya varmayalım” falan diyerek kendimi aşıyorum ama Ege ikna olacak gibi değil, “anne, babamın suratını görmedin mi, burası kötü bir yer, gidelim buradan” diye söylenip duruyor. Neyse, beklerken bi çay içelim dedik, nerede içebileceğimizi sorduk, “sahilde” diye bir cevap aldık, kadın eğitimli bir aJan gibi, ağzından öldür Allah laf alamıyorsun, “sahil nerede” dedik, “şuradan gidin” diye kendince tarif etti, neyse yürüdük, sahili bulduk. Bu arada, otel (ya da tatil köyü müdür nedir?) gerçekten bir çam ormanı içinde, çoğu yerde güneş ışığı yere değmiyor, o raddede yani. Sahili de fena görünmüyor. Deniz “eski kurum kamplarına benziyor” diye yorum yaptı. Sonradan öğrendiğimize göre hakkaten öyleymiş. Çayımızı içtik, yarım saati geçirdik, geri dönerken bizim odanın (167 numaralı oda olduğunu resepsiyondaki kadın kartımızın üstüne yazarken görmüştüm) önünden geçiyoruz, “dur bi bakalım, oda temizleniyor mu” dedim, odanın kapısına gittik, kapı duvar, çaldık falan, yok, kimse yok. Biz gene saf saf (akıllanmıyoruz da), odanın işi bitti zannettik. Tam yani RinTinTin’in “amca beni seviyor” sendromu. Neyse, resepsiyona döndük, “oda hazır galiba?”, “bi soralım” (telefonlar falan edildi), “temizleniyormuş”, “e ama biz gelirken kapısı kapalıydı”, “ne zaman?” (sanki çok fazla seçenek varmış gibi), “5 dak. önce”, “ama sordum, temizleniyormuş”, “peki (çocuğum şimdi elimde kalacan) ne zaman hazır olacakmış”, “birazdan”, artık bu noktada Deniz soluğu otel müdürünün odasında aldı, adam nazikçe ilgilendi “arkadaşlar, Deniz Bey’in odası yapılıyor değil mi, hızlandıralım onu” falan, o kadar etkili oldu ki, bundan sonra tam bir buçuk saat daha bekledik. Nihayet sonunda, saat 16:15 civarında odanın anahtarını ele geçirdik, bütün amacımız bu olmuştu sanki, o anahtarı elimizde tutmak bizde bir zafer duygusu yarattı, mutlu olduk.

Derken odamız…
Eh bu mükemmel karşılama ve iz bırakan servis kalitesinden sonra karşılaştığımız oda daha iyi olsa hayal kırıklığına uğrayacaktım zaten. Ormanın içindeki odanın camlarında tel yok, yani tamam da, doğayla iç içe yaşam da bi yere kadar yani, kapılarımızı bütün börtü böceğe açmamız da beklenmiyor herhalde. Odanın mobilyaları bi tuhaf, yataklar rahat ama bir dolap var, dağlara taşlara, ona dolap demek yanlış olur zaten, duvarın girinti yerine kapak takmışlar (tahtadan kapak, ahşap demeye dilim varmıyor, ahşap deyince belli bir kaliteyi ifade eder, bununki için, tahta veya odun veya kereste denebilir), yani kapağı açınca karşında duvar var, yer işe şap.

Tuvaleti fena değil, bunların içinde bayağı iyi duruyor. Duşakabinin kapakları sadece alttan nokta tutuşu yapıyor, yukarı doğru açılıyor ama olsun, fena değil, hiç fena değil. Duşta, sıcak su için bir alet var, duş başlığı da oradan çıkıyor, kordonu biraz kısa, çektin mi elinden geri kaçıyor, hafif duvar kenarı pozisyonu alman gerekiyor, dizlerini de hafifçe kırdın mı, mis gibi alıyorsun duşunu. Ancak suyu ayarlamak da ciddi bir yetenek istiyor, öyle herkesin harcı değil, fazla açarsan su ateş eder gibi geliyor, üstelik ısınmıyor, az açarsan kaynar su akıyor, ama diyorum ya, olsun, hiç fena değil, sıcak su var ya, yüce rabbime şükürler olsun.

Televiyon ise küçük değil küçücük bir televizyon, yani ekranı Ege’nin PSP’sinden biraz büyük, üstelik bunun da ses ayarı yapılamıyor, ya bangır bangır, ya fısıldar gibi izliyorsun. Otelde genel olarak bir ayar problemi var yani.

Yataklardan başka oturacak bir yer olmadığından odada geçireceğin zaman oldukça kısıtlı, ya yatacan, ya yatacan. Yatakların baş kısmına gelen yerde, duvarda, yaklaşık 10 cm.lik bir çıkıntı halinde bir…bir…bir “şey” var, onun yüzünden sırtını duvara dayayıp uzanamıyorsun, başın garip bir biçimde önde kalıyor ve boynun tutuluyor, mesela yatağa uzanıp kitap okumaya kalksan, bu duruştan dolayı kafanı kaldıramadığından, kitabın sayfa başlarındaki satırlarını tavana bakar gibi tepegöz şeklinde okuyabiliyorsun, göz cimnastiği gibi birşey yani.

Ayrıca, odada 2 malzemenin birleştiği her yerde (kapı-yer, pencere-duvar, gibi) küçük parmağımın geçebileceği kadar aralıklar var. Bir buzdolabı var, sanırım iyi zamanları olmuş, Cumhuriyet’in ilk yılları falan olabilir. Ama bu olağanüstü detaylarını verdiğim odada 3 kat perde var, bir tül, bir güneşlik, bir de asıl perde. Perde de perde yani, 6 kat mukavvadan yapılmış gibi, tuttuğun zaman perdeyi değil de masayı tutmuş gibi hissediyorsun, oda zaten küçük, bunlar da iyice daraltmış. Tek iyi yanı, kliması var, hem de çalışıyor, hem de soğutuyor. Konumlandırma itibariyle tabi ki açtığın zaman tam üstüne üfürecek şekilde mükemmel ayarlanmış ama diyorum ya, olsun, var ya, çalışıyor ya.

Temizlik mi? Bunun cevabı biraz zor, temiz denebilir de denmeyebilir de, yani çok pis değil, çarşaflar falan yıkanmıştı, bunun dışında bir şey söylemesem daha iyi. Tabi herkesin standartları farklı, örneğin annem bu odaya 12 litre çamaşır suyu, 6 şişe kolonya, 2 galon yersil benzeri deterJan harcayabilirdi ama aslında o kadar kötü değil.

Deniz, bu yerin internette reklamını yapan turu şikayet edelim, dedi. Niye, dedim, adamın yazdığı her şey var, odalarda duş, televizyon, klima, tesiste havuz, bütün içecekler bedava, ormanın içinde, geniş alana yayılmış bungalov cinsi odalar, yani hepsi var. Yalan bir şey yazmamış adamlar, neyi şikayet edeceksin?

Neyse, neticede odaya yerleştik, ya da, yerleşir gibi yaptık. Ben her gittiğim yerde, 2 gün bile kalacaksam, hemen oraya temelli gelmişim gibi yerleşirim. Bu odada nedense pek içimden gelmedi, zaten kıyafetleri koyacak raflı veya çekmeceli bir modül olmadığından, çok fazla şansım da yoktu. Yarım yamalak yerleştik işte. Sonra kıyıya gidelim dedik, bir şeyler içelim. Herşey self servis, yani öyle oturduğun yerden “evladım bana bi çay getir” diyemiyorsun, zaten ortalıktaki tek tük çalışan da öylesine hayatından bezmiş ve “nereden düştüm buraya” havasında ki, değil bir şey istemek, hatırını sormaya korkarsın. Hatta o kadar ki, dün gölgede bir masa buldum, üstüne yarım fincan kahve dökülmüş, gittim bara “bir bez veya peçete alabilir miyim, masanın üstüne kahve dökülmüş de” dedim, “ben silerim hanımefendi, siz zahmet etmeyin” demesini de beklemiyordum ama bana “başka masaya geçin” demez mi, “güzel çocuğum, akıl sormuyorum, peçete veya bez verecek misiniz?”. Neyse, sonra bi zahmet bana bez verdi. Masaları sanırım günde 1 defa siliyorlar, sonra başının çaresine bakıyorsun.

İlk akşam yemeği
Gelelim yemek faslına. Saat yedide başlıyor. Yemekhanenin girişinde zincirler var, arkada da bir güvenlik görevlisi 7’den önce içeri sızmaya çalışan olursa başına topuzla vuruyor, töbe töbe. Hayır yani benim anlamadığım, insanlar da 7’ye çeyrek kaladan itibaren o zincirin önünde birikmeye başlıyorlar, hafif omuz darbeleriyle önlerde yer almaya çalışanlar falan, hani zincir açılır açılmaz koşarak içeri girip yer kapacaklar, yemeklerini en önce alacaklar, en önce doyup en uzağa tükürecekler, la havle. Ben hafifçe büyümüş, dehşet, panik ve korku dolu gözlerle bu insanları izliyorum (Allaam n’olur yemek bitmesin yoksa bunlar en zayıf halkadan başlayarak insanları yemeye başlayacak). Biz sessizce, fazla göze batmamaya çalışarak, sakince gidip bir yer bulduk. Ben bir baktım, ana yemek tarafında inanılmaz bir kuyruk, gene insanlar birbirinin üstünde. Bekledim tabi oturduğum yerde, ben ki çok beğendiğim bir elbiseyi denemek için mağazanın soyunma odalarının önünde bile sıra varsa beklemem, bu yiyicilerin arkasında sıra beklemem elbette ki düşünülemezdi. Ege çok acıkmıştı, o hengameye girdi, biraz sonra Deniz yemeğini aldı, en son da ben, 10 dakika sonra ortalık durulduğunda, yemeğimi aldım. Yemekler vasat, yeniyor ama öyle ahım şahım değil. Salataları fena değil, tatlılar da öyle. En güzel yiyecekler meyveler ama onda da zaten otelin katkısı yok, Allah vergisi. Ve tabi ki tahmin edeceğiniz gibi insanlar normal bir insanın yiyebileceğinin 8 katı yemek alıp, sonra da bir sürüsünü masada bırakıyorlar.

Biz burada, bitiremiyoruz diye birayı bardağa yarım doldurttuğumuz için bardaki çocuk tarafından kınandık. Deniz’e “abi tam doldurursam ayıp mı olur?” gibi zeka pırıltıları saçan bir laf etmiş, Deniz de “herşeyin fazlası zarar, israftan da kaçınmak lazım” deyince “abi burada öyle yapmayacan, herşeyin en fazlasını alıp, yarısını masada bırakacan” demiş. Beklenti bu, malzeme bu. Herkes durumu kanıksamış, aykırı olan biziz. Yani burası doğru olanı yapmanın yanlış olduğu bir yer.

Yemekten sonra oturma yerine geçtik (havuzla sahil arasında bir yer, bundan sonraki zamanımızın %80’inin geçtiği yer) biraz daha oturup odamıza gittik.

Burada güneş de denizde batmıyor. Şimdiye kadar güneşin denizde batmadığı bir yerde ilk defa tatil yapıyorum sanırım. İlginç.

İlk gece
Yataklar rahat ve en önemlisi, hatta en güzeli, gece hiç sıcak olmuyor, gün içinde odalar çam ağaçları tarafından epeyce korunuyor anlaşılan, yatmadan önce biraz klimayı çalıştırdık, valla sabaha kadar idare etti, hatta ben üstüme pike bile örttüm. Bir de sivrisinek yok, bu da beni şaşırtan bir diğer durum. Halbuki burada birer sivrisinek bulutu içinde dolaşsaydık hiç şaşırmayacaktım.

İlk gün
Akşam tavuklar gibi yatınca sabahın 7’sinde hortladık tabi. Kalktık kahvaltıya gittik, aman tanrım, fakat o da nesi, bir sakin, bir huzurlu, kuyruk yok, insanlar birbirinin üstünde değil. Güzelce, medenice kahvaltımız ettik (kahvaltı fena değildi, çeşit az, sosis salam gibi şeyler lezzetsiz, yağ diye verdikleri şey makine yağı gibi bir şey ama reçelleri güzel, bir de yumurtalar, domates, salatalık, muhtelif otlar-maydonoz, dereotu, nane, roka-iyiydi), sonra oturma yerine gidip yerleştik, açtık kitaplarımızı okumaya başladık. Ege mayosunu giyip havuza gitti ve 10 dakika sonra yanımıza geldiğinde “ya burası ne güzelmiş, burayı kim beğenmez ki” dedi. Ege’nin bu 180 derecelik dönüşündeki en büyük etken havuzdaki kaydıraklardı. Derken arkadaşlar edindi ve buradaki hayatına mutlu bir şekilde devam etti.

O gün ben kendi halimde kitabımı okurken, arka masada oturmakta olan, buraya turla geldiklerini daha sonra anladığım ve 20’li yaşlarındaki tur operatörleriyle garip bir sıkı fıkılık içindeki, yaşlarının 55 ile 65 arasında olduğunu tahmin ettiğim 3 kaknem hanım kakara kikiri tur operatörü çocuğa dün akşam başlarından geçen hoş ve eğlenceli bir olayı anlatıyorlardı. Ay balkonda telefonda konuşuyormuş, hahaha, bi bakmış balkonda bişey, kikiki, önce ayakkabı bağı zannetmiş, hahaha, ay bi bakmış, hareket ediyor, kikir kikir, yılan ayol yılan, hahaha. Arkadan gelen “donk” sesini duymadılar tabi, bayılmışım. Kendime geldiğimde, titreyen ellerle bir sigara yaktım, o sırada Deniz geldi, anlattım, “Banu’cuğum, hemen gidelim istersen” dedi ama Ege’nin burayı sevme eşiğini geçmiştik, çocuk tam keyif almaya başlamış, zaten paramızı da geri alamıyoruz, “neyse, kalalım” dedim, “ancak odada kapı pencere katiyen açılmayacak”. Ben henüz (4. gündeyiz) herhangi bir yılan, çıyan, akrep, kertenkele veya karıncayiyen görmüş değilim ama özellikle geceleri odaya giderken sırtımda bir ürperti olmuyor desem yılan, ay yani yalan olur. Bu yılan mevzuundan Ege’ye bahsetmedik tabi, o da az tırsık değildir, odadan çıkmazdı artık. O gece rüyamda, terör eylemi yapmak için çete oluşturmak suçundan ergenekon kapsamında tutuklanan 167 tane yılanın kameraya bakıp “eğitim şart” dediklerini, sonra da kıvrılarak “önce vatan” yazdıklarını gördüm.

İnsanlar öğlen yemeğinde daha medeni görünüyorlardı, o saatte bir de yan tarafta sürekli pide çıktığından mıdır nedir, çok kalabalık olmadığı gibi, insanlar ipten kazıktan kurtulmuşçasına yemeklere saldırmıyor.

Bu durumu da gerçekten incelemek lazım. Yani buraya gelebilen bir insanın maddi durumunun az çok yerinde olduğunu düşünebiliriz, en azından kıyma almaya ayıracak paraları vardır, di mi? Peki o zaman lütfen biri bana, öbür tarafta 3-4 çeşit yemek varken, insanları köfte-patates kuyruğunda 15-20 dak. beklemeye iten psikolojik durumu açıklasın. Karides, kurbağa bacağı veya suşi falan değil, bildiğin köfte patates. Yani bunu basit bir açgözlülükle açıklamanın yeterli olacağını sanmıyorum. Başka bir şey var, bambaşka bir şey. Dediğim gibi, bildiğin köfte patates.

Öğleden sonra biraz dinlenmek için Ege ile odaya çekildik, Deniz de o 1 parmaklık açıklara sıkalım diye böcek ilacı almaya gitti. Biraz sonra kapı çalındı, Deniz geldi zannettim, “kapı açık” falan diye bağırıyoruz içerden, yok, çalmaya devam ediyor. Kalkıp kapıyı açtım, karşımda burada çalışan çocuklardan biri, bana “hasskipin” dedi. Anladığım şeyi söylemiş olamayacağını düşünerek, soru dolu gözlerle bakmaya devam ettim, tekrar “hasskipin” dedi. Tam “SENSİN” diyecektim ki “housekeeping” demeye çalıştığını farkettim. “Odayı mı temizleyeceksiniz?” dedim. “Da…evet” dedi. Bu arada çalışanların hepsi Rusça konuşuyor, Türkçelerini tam duyamadığım için Rusça öğrenen Türkler mi yoksa Türkçe öğrenen Ruslar mı bilmiyorum ama şakır şakır Rusça konuşuyorlar valla.

Biraz buradaki insanlardan da bahsedeyim. Değişik bir Türk-Rus ahalisi karışımı olduğunu söyleyebilirim. Yani biliyorsunuz Rus ırkı güzel bir ırktır, kadını erkeği, yüzleri ayrı güzeldir vücutları ayrı güzel. Buradakiler ise hepsi seçmece, yani bu kadar şekilsiz kadını/adamı nasıl bir araya toplamışlar bilmiyorum. Zaten konuşmadıkları sürece Türklerle Rusları ayırmak mümkün değil. Ama çocukları çok güzel Allah için, valla bunların büyüyünce nasıl bu kadar değiştiğini anlamak da mümkün değil. İlginç bir durum. Bir de nerede bebesi ağlayan, bağıran çağıran, edepsizlik yapan bir aile varsa anlayın ki Türk. Bu gavurların hiç birinin bebesinin ağladığını, yaygara ettiğini, şımardığını görmedim. Derin kültür farkını algılayabildiğim tek nokta buydu, yoksa aynı şekilde eğleniyorlar, aynı şeylerden keyif alıyorlar. Örneğin Beach volley herkesin favorisi, aman bir eğleniyorlar bir eğleniyorlar, bağıra çağıra tezahüratlar, hoplayıp zıplamalar, çevrede rahatsız olan varmış yokmuş hiç umursamadan, tam hobarey halkım eğlencesi. Yani bu kadar batılı bir oyun ancak bu kadar doğulu bir hale getirilebilir. Var olan yarım akıllarını da güneşin altında voleybol oynayarak kaybettikleri kanısındayım, yoksa o kadar sıcakta, güneşin alnında 1 saat hoplayıp zıplamaktan zevk almayı da açıklayamayacağım. Bir de, anlamını hala çözemediğim, bence sosyolojik bir vaka olarak incelenmesi gereken, erkeklerde “şort mayonun paçasını şortun don kısmının içine tıkıştırma” olayı var. Genellikle tek paça olarak kendisini göstermekle beraber, çift paçanın donun içine girdiği vakalara da rastladık. Bu nedir, niyedir, anlamadım. Gene incelenmesini arzu ettiğim bir diğer husus da, sabahın köründe kalktığım halde havuzun kenarındaki bütün şezlonglarda gördüğüm havlular. Bu insanlar sabah ezanıyla kalkıp mı bu havluları koyuyorlar yoksa akşamdan mı hallediyorlar işlerini, ya da akşamüstü oradan ayrılırken mi bırakıyorlar, hiç anlamadım. Bunu inanılmaz bir terbiyesizlik ve saygısızlık olarak gören de bir tek biziz sanırım. Kimsenin şikayeti yok, herkes kaderine razı olmuş, yani ben havuz kenarına gidebiliyor olsam, sabah herkesden önce havuz kenarına inip bütün şezlongların havlular tarafından işgal edildiğini görsem valla hır çıkarırdım.

Buradaki insan profiline değişik bir tarzla katkıda bulunan bir de türbanlılarımız var ki onları nereye koyacağımı iyice şaşırdım. Kadın türbanlı, haşemayla denize giriyor, ama 7-8 yaşlarındaki kızını akşam animasyon gösterisine dansöz kıyafetinden hallice bir kıyafetle getirip bir de sahneye koyuyor. Hadi bakalım buyur, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.

Tabi ki her şey de bu müşteri profiline göre. Örneğin müzikler. Artık Türk popüler dünyasında neler dinlendiğini öğrendik, hatta ezberledik. Daha önce hiç duymadığım, ilginç lezzetteki müzikler ruhumu bir değişik besledi. Bu tadına doyum olmayan şarkılardan bazılarının sözlerinden bir derleme yapmak istiyorum;

Sevgilimi koluma takarım
Bebekte 3-5 gezerim
Olmadı bir de sinema yaparım
Gördün mü ne unutkanım
….
Bas gaza aşkım bas gaza
Kim tuttar seni bas gaza
Yollar senin hiç durma
Hadi uçur beni buradan
…..
Bana ne bana ne şimdi öpcem seni
…..
Oldun mu oldun mu şimdi mosmor oldun mu
Yok ben öyle demedim
Yoksa hemen korktun mu

Tabi bir de bol bol rusça şarkı dinledik, onları yazamayacağım haliynen ama sözlerinin bunlardan farklı olduğunu sanmıyorum.

Buranın havasına gelince. İşte bu da beni şaşırtan bir diğer durum. Hava bir güzel, bir güzel. Bütün gün burada (bahsettiğim oturma yerinde, ağaçların altında, gölgede) oturduğum halde hiç bunaldığım olmadı, hatta terlemedim bile, sürekli bir esintisi var. Aslında buna kuvvetli bir esinti veya hafif bir rüzgar demek daha doğru olacak ama gerçekten mükemmel bir şey. Birkaç öğleden sonra da anormal gök gürledi, sanırsın ki fırtına geliyor ama havaya bakıyorsun açık, günlük güneşlik, birkaç bulut var ama öyle koyu gri, siyah falan değil. Arka tarafları ağaçlardan göremiyoruz, herhalde arkalarda hava kapalı diye düşündük, yoksa bir garip durum, hatta ürkütücü bile denebilir. Zaten jumanjide zar atmış gibiyiz (bu filmi izleyenler izlemeyenlere anlatsın, ya da izlesin), bir de nereden geldiği belli olmayan, gizemli gökgürültülerini kaldıramazdık herhalde, e bu da bünye yani.

Ege gittikçe buradan daha çok keyif almaya başladı. Müthiş eğleniyor. Artık yemekleri bile bizle yemiyor, arkadaşlarıyla bir masaya doluşuyorlar, pek eğleniyorlar.

Buradaki içeceklerden de söz etmeden geçemeyeceğim. Evet doğru, her türlü içki falan bedava ama, markaları yok, yani burada arkadaki barakaların birinde mi yapıyorlar, yoksa bir yerlerden alıyorlar mı, nereden alıyorlar belli değil. Kola, meyve suları, votka, cin, viski, şarap, hepsi “x” marka ve ben ki içkiden falan anlamam, ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, tatları kötü, hatta çok kötü.

Kıyıda sürekli bir hareket var. Jet ski’ye binenler, paraseling yapanlar (açıklayacağım), rüzgar sörfü yapanlar, gelip geçen gezinti tekneleri, görüntüler pek hoş. Paraseling, teknenin, arkasına takılan paraşütü iple çektiği gezinti olayı. Motorun üstünde “PARASELING” yazıyor, epeyce düşündüm bu ne demek ola ki, diye. Herhalde paraşüt satışı falan demek istiyorlar. Sonradan, yan sitenin motorundaki “PARASAILING” yazısını görünce anladım “haskipin” gibi erozyona uğramış bir zavallı kelime olduğunu. Ege bunu yapmayı pek istedi, ben tabi bunun ipinin malzemesi ne, bakımı yapılıyor mu, aşınmalar kontrol ediliyor mu, kaç seferde bir değişiyor, en son ne zaman değişmiş gibi soruları hiç aklıma getirmedim ama Deniz’e “sen de onunla bin” demeyi de ihmal etmedim. Buna tek veya çift binilebiliyor. Neyse, Ege de fiyatını öğrendi, 45tl adam başı, iki kişi binerse 90 tl. Tamam dedik, ertesi gün adamın yanına gittik, paraseling yapacaz diye. Adam Ege’ye döndü ve “sana kaç dediydim” dedi, Ege “90” dedi. Ben tabi çenemi tutamayıp “bunun standart bir fiyatı yok mu” dedim, adam bana “yerlilere daha ucuz yapıyoruz” dedi, babababa, özürü kabahatinden büyük, ben de “e ama bizimle türkçe konuştuğunuza göre, yerli olduğumuzu anlamış olmalısınız, gene de sordunuz ‘kaç dediydim’ diye” demedim artık. Standartlar da kendi aralarında 3’e 5’e ayrılıyor belli ki. Artık bütün bunların üstüne iple ya da güvenlik önlemleri ile ilgili soruların adama ağır geleceğini anladığımdan, hiç sormadım. Neyse, bizimkiler çıktı yola, Ege ip koparsa ne yapacağını düşünmekten (ben bu konuyla ilgili tek kelime etmemiştim), Deniz de Ege’yi kollamaktan, bi halt anlamadan indiler. Ege yukarda babasına “artık söyleyebilirim, bak baba, ip koparsa şuradan paraşütle bağlantıyı koparıp balıklama aşağı atlayacağız” demiş, Deniz de “balıklama değil, çivileme” diyerek karşılıklı aynı konuya kafa patlattıklarını teyid etmişler. Sonra inene kadar da kelime-i şehadet getirmişler sanırım. Ege hemen kuyruğunu kıstırıp koşarak havuzun güvenli sınırlarına attı kendini. Deniz de belli ki bir şey anlamamış “ben Ege’yi kolluyordum” diyor. Hoşlarına gitti mi gitmedi mi anlamadım ama korktukları kesin.

Pazar günü, yani buradaki 2. gecemizde, akşam yemeğinden sonra gene kıyıya indik, içkilerimizi aldık, oturuyoruz ama, çevrede bir hareket, bir bereket, masalar geliyor, sandalyeler gidiyor, sahneye yakın yerdeki iki masa arasına üçüncüsü tıkıştırılmaya çalışılıyor falan, anladık ki bir okazyon var. Meğer Türk gecesiymiş. Önce, sonradan her akşam tekrar ettiğini öğrendiğimiz, yarım saat (belki 45 dak.) kadar “çocuk diskosu” tabir edilen bir “yetişkin işkencesi”ne maruz kaldık. Neyse, buna fazla laf etmeyim, Ege de küçük olsa eminim buna bayılırdı. Biz de, şimdi görüp dalga geçtiğimiz anne babalar gibi, çocuğumuz eğleniyor diye fotoğraf çekmeye kalkardık. Sonra Türk gecesi başladı. Yani bir grup çıkıp, Anadolu Ateşivari bir gösteri yaptılar. Fena değildi ama ben genel olarak folklorun böyle dejenere edilmesinden fazla hoşlanmıyorum, ne oynadıkları belli değil, bi bakıyorsun  Bingöl figürü, arkasından Kırklareli, Dinar, Adıyaman figürleri, derken Silifke, Karadeniz, artık Allah ne verdiyse arka arkaya sıraladılar. En son Artvinimsi bir kıyafetle Atabarımsı bir şey oynayıp, Coşkun Çoruhumsu bir oyunla bitirdiler. Gene de haklarını yemeyeyim, çok kötü değildi, neticede amaca uygun bir gösteriydi, ortam daha ağırını kaldıramazdı zaten. En sonunda da dansöz çıktı. Dansında iş yoktu ama kız çok güzeldi, onu da izledik ama onun da gösterisinin sonunda seyircilerin arasına inip tren dansı yaptıracağını anlar anlamaz kıyıdan kıyıdan sıvıştık.

Animatörümüz David ilginç bir adam. Rus olduğunu düşünüyoruz. Türkçeyi iyi bilmiyor ama herkesle konuşup şakalaşıyor, sabahları çocuklara aktiviteler yaptırıyor, büyüklere havuzda sutopu oynatıyor, her öğünü birinin masasında yiyor, her akşam birileriyle tavla oynuyor, sevimli ve işini iyi yapmaya çalışan bir adam. Bizimle de bir ilişki kurmaya çabaladı ama nafile, duvara toslamış gibi oldu gariban. Bir gün ben odadayken kıyıda kitap okuyan Deniz’e “tavla oynar mısın” diye sormuş, Deniz de “yok sağol, kitap okuyorum” demiş, o gün bu gündür yanımıza uğramıyor. Deniz de “Aslında Rusyanın Yeltsin döneminden bugüne, Putine kadar olan değişimini sade vatandaştan dinlemek isterim ama bu adam o adam değil” dedi. Allahtan sormamış, adamcağızın yaşayacağı şoku düşünsenize, hobarey halkıma alışmışken biri tutup Rusyadaki sosyo politik değişimle ilgili görüşlerini soruyor, 6 ay kendine gelemezdi herhalde. Yani Deniz’in Adana’daki pavyonun birinde masaya gelen konsomatrise “Adana’da müze var mı?” diye sormasından sonraki en travmatik olay olurdu sanırım.

Genel olarak sabahları kahvaltıdan sonra bikinimi giyiyorum, şalımsı bir şeyi kalçama bağlıyorum, gidip oturma yerinin en gölge noktasına yerleşiyorum. Havuz oldukça korunaklı, epey gölgelikli bir yerde ama Halk Plajı gibi olduğundan girmiyorum, denize zaten giremiyorum, şimdi diyeceksiniz ki madem niye bikinini giyiyorsun. E çünkü ben öyle yerlerde şortuyla oturan kadınlara sinir olurum, ayrıca da 15 seneden sonra ilk defa bu sene kendime bikini aldım, senede 2 kere giyince eskimiyor meret, yeni cicimi giymek istedim. Üstü de t-shirt gibi zaten, pek rahat ettim. Neyse, orada başlıyorum çay-kahve-su-bira içip, öğlene kadar güneşin durumuna göre önce masa çevresinde dolanarak, yetmezse masaları gezerek kitabımı okumaya. Güneşle aramızdaki bu kovalamacanın bir yerlerinde alçak güneş beni sobelemiş ama rüzgar öyle güzel esiyor ki, hiç farketmemişim. Daha birinci günün akşamı bir baktım, göğsüm (daha doğrusu “iman tahtası” denilen bölge) kızarmamış mı? Yahu uğraşsan yakamazsın orayı, en zor yanan yerlerden biridir, ben de oraya krem sürmemiştim. Yansıma desen, yansımadan etkilenecek kadar deniz kıyısına yakın da değiliz ama nasıl olduysa haşlanmışım işte. Hemen alerji için ilacımı aldım, soyulmasın, su toplamasın diye de bepanteni sürdüm. Kötü görünüyor ama su toplamadı ve az kaşınıyor. Derken ertesi gün ben gene bikinimi giydim, belime şalımsı şeyi bağladım, oturma yerine gittim. Aynı düzen akşama kadar devam etti. Bir baktım, bu sefer de sol dizimin sağ tarafıyla, sağ bacağımın diz üstünden kalçaya kadar olan, şalımsı şeyi bağlayınca açıkta kalan kısmı üçgen şeklinde ve nasıl desem, tatlı bir çingene pembesi renginde kızarmış denebilir ama ben “ciğer gibi kızarmış”ı tercih edeceğim. Fakat nasıl bir kızarma olduğunu size anlatamam, pembe falan değil yani, bayağı kıpkırmızı. Yarın da belimin sol tarafıyla baldırımın ortasını yakarsam, patchwork battaniyeler benzeyeceğim. Hayır yani bunları yok etmenin yolu da yok. Acaba diyorum, her şeyi göze alıp, kendimi ortalığa atıp 10 dak. beach volley oynasam mı, işim hemen biter zaten ama hiç olmazsa her tarafım aynı renk olur, şimdiki gibi Türk bayrağına benzemem.

Bütün bunlardan çıkan sonuçlar;

  1. Asla internetten bulduğun yerlere gitme, mutlaka yargısına güvendiğin birinin daha önce gittiği ve tavsiye ettiği bir yer olsun
  2. Ya da ucuz yer buldum diye sevinme, ucuz yer sahiden ucuz oluyor.
  3. Yanında en az 1 aile daha olsun, çocuksuz olabilir, çünkü Ege arkadaş edinebiliyor, asosyal olan biziz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder