08 Eylül 2009
“Çin’e
mi gitsek?” notuyla, içinde muhteşem Çin manzaraları olan bir dosya yolladım
millete.
Aslan:
İlkin nesi çekiyor bu
resimlerin seni, bilemiyorsun. Renklerdeki yeşil ağırlıklı pastel tonlar mı,
huzur veren sakinlik mi, sadeliğin mutluluk getireceğine olan o eski inanç mı?
Ya da insanın hiç
gidemeyeceği yerlere olan tanımlaması zor özlem midir bu çekiciliği yaratan?
Belki her yağmurda
ortalık çamur deryasına dönüyordur diğer yandan, ne bileyim, orada yaşayanlar
da sessizlikten bıkmış, kalabalık sokakların özlemi içindedirler belki de.
Demek ki esas olan
gitme isteğidir daima.
Sır gerçekten de
varılan yerde değil, yolculuktadır.
İşte bu resimler bize
bunu diyorlar bence.
Banu:
Eeee? Hırka? Şarj? (Bir gün once Aslanlara gitmiştik, ben orada
hırkamı ve şarj aletimi unutmuştum)
Aslan:
Merak etme, aynanın
önünde duruyorlar. Ama ben sabah evden çıkmadan anneanne ile uyuyan Ekin’in
yüzüne elimle dokundum da öyle çıktım, biliyor musun sen. Kendime gelmem ancak
otobüs durağında mümkün olabildi.
Banu:
Aaaaah ah, o bebek
yanakları... Bilirim... Seni çok iyi anlıyorum... Ben haala bazen eve gidip de
Ege’ye sımsıkı sarılmayı dörtgözle bekliyorum, bi iyi geliyor, aklın durur.
(Akşam
telefon ettim, unutmasın diye)
Aslan: (ertesi gün)
Akşamki telefonundan
sonra, sabah fark ettim ki, poşet gizli bir güzel el tarafından olabildiğince
katlanarak mavi çantama (bir anlamda kafama) yerleştirilmiş ve hırkan ile
kavuşmanın önündeki son engel de (ben) aradan çıkartılmış. Şarj cihazı da
poşette yerini almış. Dolayısı ile onlar şu anda burada, on the table. Ne zaman
istersen alabilirsin.
Ekin teyze sabah ben
giderken anneanne ile huzur içinde yatıyordu, sanırım bugün daha da iyiye
gidecek. Pedifen şurup iyi geldi.
Her işin başı, kenarı,
ortası sağlıkmış gerçekten de.
09 Eylül 2009
Aslan:
Geçen hafta mide
kanseri ile ilgili çok başarılı bir tedavi geliştirdiğini okuduğumuz Özbek
asıllı Doç Dr. Halis Süleymana yazdığım maile gelen yanıt, bizim bildiğimiz acı
durumu bir kez daha gözler önüne seriyor. Doktor, dünya çapındaki araştırmasını
ancak eşinin bileziklerini satarak tamamlayabiliyor. İnsanlara uygulamak için
izin istiyor, sessizlikle karşılanıyor. Halbuki yazılarını Alman ve Amerikan
sitelerinde okuyoruz. Ben, tanıdığımdan hiç bahsetmediğim halde, Ziya bey ile
ilgili yorumu da çok manidar. Gazeteciler bakana soruyor, o da doktorlardan
oluşan kurullarımız var, onlar ne derse onu yapabiliriz ancak diyor. Yazık çok
yazık.
Doktorla ilgili haberi
de ekte dosya olarak gönderiyorum.
Banu: (dosyayı okudum)
Benim bu yazıdan
anladığım, bu değerli doktor mide kanseri için vücudun savunma mekanizmasını
artırarak başarı elde etmiş, doğru mudur? Bunun için de (yani vücudun savunma
mekanizmasını artırmak için de) adrenalin düzeyini düşürmüş (hatta sıfırlamış),
buraya kadar doğru anlamışsam, soru şu: Adrenalin de vücudun savunma
mekanizmalarından biri değil midir? Örneğin, adrenalin fiziksel tehlike
anlarında mükemmel bir uyuşturucu etkisi yaptığından, yaralı olduğu halde çok
hızlı koşan, 22 silahlı adamla dövüşüp, havalanmış helikoptere atlayarak
kurtulan kahraman vakaları mevcuttur, bunu herkes bilir. Ancak bunları
yazarken, adrenalinin bağışıklık sistemi ile ilgili bir hormon olmadığını
farkettim. Ama acaba ne fark var? Yani histamin ile adrenalin arasında? Hatta
buradan yola çıkarak, antihistaminik ilaçların, bağışıklık sistemini
baskılayarak vücudun alerjik reaksiyon vermesini engellediği düşünülürse,
konunun alerji ile bile alakası olabilir.
Aslan:
Seni hemen Md Anderson
Kanser merkezine transfer ediyoruz. Sorularının yanıtları gerçekten de ilginç
olmalı. Ben de, adrenalin konusunu çalışmanın geniş ingilizce metninde okuyunca
senin gibi düşündüm. Aklıma prostat kanserinde, tümörün testostoron seviyesi
yüksek hastalarda daha hızlı geliştiği ile ilgili teoriler geldi. Çünkü
erkekliği erken yaşlarda sonlandırılan hiç kimsede ömür boyu prostat kanseri
görülmediği gibi, otopside de böyle bir vaka görülmemiş. Halbuki başka
nedenlerle, (doğal veya doğal olmayan) gerçekleşen erkek ölümlerinde yapılan
otopsiler, prostat kanseri oranını %50 civarında göstermiş.
Demek ki, vücutta
doping etkisi yapan her tür salgı, kanser hücrelerine normal hücrelerden çok
daha fazla yarıyor. Zaten glikoz çekme oranı kanser hücresinde normal hücrenin
10-15 katı civarında.
Bu amca da adrenalinin
zayıflatılıp, kortizol’ün artırılması durumunda mide kanserini oluşturan
hücrelerin tamamıyla savunmasız kaldığını ve bir parça güçlendirilmiş bağışıklık
sisteminin tümörü tamamıyla yok ettiğini bulmuş. Bravo diyorum ona ve sana.
İler ileri daima ileri.
11 Eylül 2009
Şu
hikayeyi, ya da fıkrayı, yolladım: Dün akşam otururken karıma dedim ki: Ot gibi yaşamayı katiyen istemem.
Şayet bir gün makinelere ve bir şişeden sızacak olan bilmem ne sıvısına bağımlı
olacak olursam, lütfen hiç tereddüt etme, hemen fişi çek, olur mu? Karım
yerinden kalktı. Laptopumu fişten çekti,
şarabımı çiçeklerden birinin saksısına
döktü ve çıkıp gitti.
Deniz:
Bi dakika, sen bana
kötü bir şey mi söylüyorsun?
Banu:
Bilemem artık...
14 Eylül 2009
Ege
aikidoda hakama sınavını geçti.
Banu:
Hocamcıım, Ege sınavı
geçmiş, cümlemize geçmiş olsun. Valla bi sevindik bi sevindik, kendimi kaybedip
bütün aileyi yemeğe çağırmışım. Bunda ne gariplik var diyebilirsin ancak ben
gerek yapı gerek kabiliyet yönünden yemekli misafir ağırlayamam pek, annemler
mesela bize yemeğe geleceklerinde, ya yemekleriyle gelirler ya da biraz erken
gelirler ve annem yemekleri hazırlar, yani sadece mekan desteği verebiliyorum.
Veya pide-pizza falan gibi seçenekler sunarım millete. Ben de böyle çıkmışım,
n’aaapayım? Ama dün, biraz da Ege bunun önemini anlasın diye (biliyorsun pek
kendinin farkında değildir, okulda “hangi konuda iyisin” sorusuna “hiiiiç”
demişti) kendimi feda ettim.
Sen de hakamanı
vermişin, pek gururlanmış. Akşam “hadi oğlum, bi giy de görelim” muhabbeti
yaptık, seninki bi sinirlendi, “anne onu açamam, açarsam bağlayamam, öylece de
koyamam” dedi, “hadi len” dedik ama, hakamayı bi getirdi, hediye paketi gibi
bişi, tavşan kulağı mı yapmışın nedir, 9 kişi epey bi bakıp inceledikten sonra
“hmmmm, aslında giymesen de olur” dedik. Neme lazım, şimdi açacaz, sonra tekrar
böyle bağlayamayacağız, çarpılırız felan, oğlan da sinir yaptı zaten. Ama ilk
defa bir şeyi bu kadar ciddiye aldığını gördüm. Yani nerdeyse senin hakamanın
karşısında secdeye varacaktık.
Emeklerimizin boşa
gitmemesi ne güzel di mi?
Çok öptüm
15 Eylül 2009
Ege’yi
özel bir liseye yazdırdık, her özel lise gibi sosyal aktiviteleri kayda değer.
Kulüpleri var. Sene başında çocuk seçiyor hangi kulüplere üye olacağını.
Banu:
Deniz’ciğim, Ege kulüp
seçimlerini yapmış. Spor kulüplerinden masa tenisi ve basketbol, sanat
kulüplerinden fotoğrafçılık ve bando, akademik kulüplerden model uçak ve web
tasarımını seçecekmiş. Açıkçası sporda yüzmeyi seçmesini tercih ederdim ama hiç
istemiyor, bence zorlamaya da gerek yok, belki seneye ister. Diğerlerinde de
bize daha az masraf çıkaracak konuları seçse ne iyi olurdu, mesela fotoğraf
yerine karikatür, bando yerine koro, model uçak yerine arkeoloji falan
olabilirmiş. Böylece fotoğraf makinası, bando kıyafeti veya ikide birde model
uçak almaktan kurtulurduk. Belki bunları okul verir ama bu şimdi en azından bir
fotoğraf makinası kesin isteyecek. Ööööööf öf...
Deniz:
Yüzmeyi seçecek,
diğerleri de parasız hangisiyse oraya gidecek. Kim vermiş ona bu tek başına
seçme yetkisini.
Nasıl ama? Baba dediğin
böyle olur. Koca dediğini daha sonra anlatacağım.
Vay be! Ben neymişim...
Banu:
Abbboooo...
16 Eylül 2009
Banu:
Ben Mudo’da bi çanta
gördüm (cümle içinde kullanmış gibi oldum), hadi bana onu al. Al abla al. Abla
bana çanta al. (99 liradan, 49,5 liraya düşmüştü).
Apla:
Yahu Prada bir çanta beğendim, 2000 TL’den 500’e
düşmüş onu al demiş gibi oldu adeta.
49.5 lira ne lan? Git Derimod’da, Desa’da, Moda Çanta’da bişiler beğen
alayım.
Banu:
Allaallaaa, ben bunu
istiyorum karrrdeşim...
16 Eylül 2009
Banu:
Abla, dün bi arkadaş
bana fal baktı, senin durumlardan hiç bahsetmemiştim, senin yükseleceğini, çok
güzel bir yere geleceğini söyledi. Oh, hadi neyse, bu iş de halloldu, hayırlı
ossun.
Apla:
Süper, tebliğ edilmiş
kadar oldu.
Banu:
Dalga geçme, sana da
yaranılmıyor. Henüz bir şey tebliğ edilmemiş olmasının da tadını çıkar, mesela
bugün bana, beni şef yapmayacaklarını tebliğ ettiler, senin en azından hala bir
umudun var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder