2 Haziran 2016 Perşembe

Konuşur Gibi Yazmak, Sihirli Yeşil Karışım, 70'lerin Türk Sineması, Peynir, Kız Arkadaşlar, Gülümserken Düşünmek

24 Mart 2009

Ahsen bir şeyler yazmış, bana yollamış, fikrimi soruyor.

Banu:
Ahsenciğim, sen bunu yazarken bi yere mi yetişiyordun, valla sonuna geldiğimde nefes nefese kalmıştım, bu ne acele, bu ne telaş, bu ne panik...

Şekoş, birincisi, yazılarında nokta, virgül, küçük harf, büyük harf, tırnak işareti gibi noktalama işaretlerini kullanırsan ifadelerin daha güçlü olur. Okurken gerekli vurguları, esleri kendim koyup cümleyi anlamaya çalışırken anlam kayboluyor. İkincisi, aklından geçeni aklından geçtiği gibi ve aklından geçtiği hızda yazmışın. Dolayısıyla içerik de netliğini kaybetmiş. Konuşur gibi yazmak metne akıcılık kazandırır ancak, bunu başkalarının “okuyacağını” yani “dinlemeyeceğini” göz önünde bulundurmak gerek, naçizane düşüncem budur. Çok dolusun ve gerçekten yazmaya değer düşüncelerin var, çalışmaya devam.

Eğer izin verirsen metninde düzeltmeler yaparım.

Çok öptüm.

Ahsen:
Düzeltmen için gönderdim ben yazarken bir anda kendimi şimdide olduğu gibi kaybediyorum ve o işartelerin yerini bile bilmiyorum ama bir tane daha yazdım birkaç zaman sonra onu da göndersem burada telefon daki gibi sevimli yüz işareti yok hi hi.

Kendine iyi bak

20 Mart 2009

Barış  “Sihirli Yeşil Karışım - Prof. Mehmet ÖZ” diye bir tarif yollamış.

Banu:
La olm, yani bi tarif yollamışın ki dağlara taşlara. Yorumlarım aşağıda koyu renkli yazılar.

SİHİRLİ YEŞİL KARIŞIM
-       2 küçük tabakta ıspanak (isteğe göre iyice yıkanıp çiğ olarak karışıtırılabilir) (Niye 2 “küçük” tabakta? Yani 1 büyük tabağa koysak olmuyor mu? İlle 2 tabak mı kirletecez? Böyle miktar verilir mi? Niye “gr” cinsinden vermiyor?)
-       1 tutam kereviz (bu adam ömründe kereviz görmemiş herhalde, “1 tutam kereviz” ilginç bir görüntü olurdu, onu da ancak Hagrid’in kardeşi tutabilir zaten. Sakın “kerviz sapı” demek istemiş olmasın? Öyle bile olsa, sanki her yerde tutam tutam kereviz sapı satılıyor, töbe töbe...)
-       2 salatalık
-       Yarım çay kaşığı zencefil
-       Bir tutam maydanoz.
-       1 elma (isteğe göre tatlandırmak için 2 adet eklenebilir) (1 ile 2 arasında 1 misli fark var. Ayrıca, n’apacaz bunu? Bütün olarak tencereye mi atacaz, kabuğunu mu soyacaz, rendelicez mi, dilim dilim mi koyacaz? Allaalla ya, illet olurum böyle tariflere)
-       1 tutam ıhlamur.
-       Yarım veya 1 adet limon (buyur, bu da tam süper olmuş) Bu sebzeleri karıştırıp, suyunu çıkardıktan sonra günde isteğe göre 2 veya 3 bardak içilebilir. Ama özellikle sabahları 1 bardak içmeyi unutmayın! Böylece gününüz zinde geçecektir. (Bu kısmı prima, yani bunları karıştırıp suyunu çıkarsan yarım kahve fincanı su çıkar lan, ne 2-3 bardağı, deli mi ne. Hem ben bunun suyunu çıkarmakla uğraşacağıma hepsini yerim daha iyi, değil mi? Ha yok su katıp kaynatmaktan bahsediyorsa, ne kadar su konacak? Ne süre ile kaynatılacak? Soğuk mu içilecek sıcak mı? 12 ölçek yapıp dolaba koysak oluyor mu yoksa taze taze mi yapmak gerekiyor? Vb.)

Bak, ben de fena değilim ha?

08 Nisan 2009

Merve Ece Temelkuran’ın “Sen yanlış kadını sevdin” başlıklı yazısını yollamış. Özet olarak Lale Belkıs ile ilgili bir yazı, bir yerinde eski Türk filimlerindeki “kötü kadın” rolü üzerine kendisinin yorumu “…Şehirli bir kadın olarak kendi dengim bir adam bulmuşum, birlikteyim. Ve fakat sonra köyden bu 15 yaşındaki kız geliyor ve aramıza giriyor. Adam da o çocuğu seçiyor. Burada ben mi kötüyüm şimdi?” Şahsen ben buna tamamen katılıyorum.

Banu:
Türk kadınının bugünkü silik-sinik halinin, çarpılmış, daha doğrusu oturmamış değerlerinin sorumlusu olarak o yıllardaki Türkan’lı, Hülya’lı, Filiz’li, Fatma’lı filmleri görüyorum ben. Yarattıkları doğal olmayan, irrasyonel kişiliklerle hem erkeklerin kadınlardan beklentilerini hem de kadınların kendilerinden beklentilerini sürreal bir seviyeye getirmişlerdir, diyorum.
Hadi bakalım, buna ne dicen?

Merve:
Kahrolsun 70'lerin Türk Sineması, kafa karıştıran çarpık modeller sunan ..."çocuk da yaparım, kariyer de"  lafıyla mükemmellik dayatan erkek egemenliği!!!.... 
Dedikodu yapıyım: Obama “dünyayı anneler yönetmeli” demiş biliyo musun...

Banu:
Dünyayı kendi yönettiği için bol keseden sallıyo dingil. Erk sahibinin ona buna paye dağıtması, veya dağıtıyormuş gibi yapması kolaydır biliyorsun.

09 Nisan 2009

Sabahları Güneş ile kahvaltı ediyoruz. Peyniri o getiriyor, ben simiti alıyorum.

Güneş:
Bizim evde peynir kalmadı

Banu:
Ne yani, hepsini ben mi yedim? Şimdi böle olduk di mi? Taam len ağlama, yarın ben getiririm.

Güneş:
Ay hazırlıksız yakaladın beni oğlanla konuşuyordum hebele gübele deyip durdum... Getirmezsen getirme ağlayacağım işte.... olmadı ben alırım... daha da gelmem...

Banu:
Sus. Getirecem dedim, getirecem, getirmeyen naha böle “O” ossun.

Güneş:
Yahu unutursun falan, deme ööleee

Banu:
Yok kardeşim, laf ağızdan bir kere çıkar, getirmezsem öle olcam anasını satim...

Güneş:
Yani bu saatte beni güldürdün ya....

30 Nisan 2009

Banu:
Ben öğlen Güneş’le yiyeceğimden sizleri göremeyeceğim galiba…

Bu arada dün dişimi yaptırdım. Akşam biraz ağrım oldu ama bugün iyiyim, daş gibiyim. Ancak şunu da söylemeden geçemiyeceğim, sakın ola ki yağmurlu bir günde akşam 17:30 civarında Karum’un oralarda park yeri aramayın. Esat-GOP-Kavaklıdere turunu 3 kere attıktan sonra gene kuzu kuzu gidip annemlerin sokağına parkettim. Ne varsa anneciğimde var zaten. Gerçi bu da çok akıllıca olmadı çünkü pahalı diye girmediğim Karum’un otoparkı 8 liraydı, ben annemlerin sokağından dişçiye gidiş-geliş taksiye 10 lira ödedim, bi de vakit kaybettim. Ama olsun, alçak otoparkçıya para kaptırmadım, alçak taksiciye kaptırdım. Hayatta her şey tercihlere bağlı, bu da kulağınıza küpe olsun.
Herkese iyi tatiller.

Aslan, bu mesajımı nasıl buldun? Yeterince uzun ve sıcak ve sevimli mi?

Aslan:
Uzun değil ama sıcak ve bizden. Daima beklerim.

04 Mayıs 2009

Ben Güneş’e “kız arkadaşlar” diye bir yazı yolladım.

Banu:
Bu yazı bana her sene 1-2 kere gelir, her seferinde de severek okurum. Sen de oku...

Güneş:
Bu aralar hormon durumum ortada...

Banu:
Ne demek şimdi bu? N’olmuş hormonlarına?

Güneş:
Ne bileyim bu aralar ota boka ağlar oldum ya hormonlarım dengesiz diye düşünüyorum (oğlanın askeri okullar sınavında kadının birinin haline ağladım ya hani.)

Banu:
Ah bebişim, sen bu yazıya ağladın mı? Aboooo, bu ara senin yanında dikkatli olmak lazım. Hani ben de ota boka zırlama konusunda hiç fena değilimdir ama bunda da bişi yok ki lan, oha yani. Ay eyvaaah, anneler gününde falan hapı yuttun sen o zaman...

Güneş:
Kaçılın yanımdan...

06 Mayıs 2009

Bi seminerle ilgili duyuru geldi.

Aslan:
Zamanı uygun olanın dinlemesini öneririm.

Banu:
Ha yani sen katılmayacaksın? Çünkü kapının arkasında Ekin var, di mi? Bizde de Ege’nin arkasında kapı var da, o meyanda yani...

Aslan:
Bravo, çok zekice.

Banu:
Seni güldürdüm galiba...

Aslan:
Gülümserken düşündüm.

Banu:
Dur! Devam etme! Zaten herşeyin böyle başladığından şüpheleniyorum.

(1 saat sonra)

Aslan:
Tamam, neredeyse bir saat oldu duralı. Halbuki, Shakespeare'i anımsatacak bir diyalog oluşuyordu yavaş yavaş, yazık oldu.

Banu:
Ama ben diyaloğu durdur dememiştim ki, düşünmeyi durdur demek istemiştim.

Aslan:
Ben korktum bir parça.

Banu:
Yoook, merak etme, sen bile tek başına o kadar güçlü değilsin, ikimiz bir olup “volt...’u” oluşturursak (“voltran” diyemedim çünkü onda 5 kişi vardı), işte o zaman korkutucu oluruz.

Ay bi de gölgelerin gücü adına bişiler yapan biri vardı, o neydi o? Hah, yazarken aklıma geldi, He-man’di di mi? En sonunda da hep “bu bölümden çıkarılacak ders” şeklinde bir şeyler söylerdi, “demek ki neymiiiiş, canavarları kızdırmayın, kılıçsız dışarı çıkmayın” gibi... yok tam böyle değildi ama buna benziyordu...

Aslan:
Orada İskeletor'u tutardım hep, çünkü ilkeli bir kardeşti ama yönetmen, ah o yönetmen.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder