haliyle “arkadaşlarla geyik muhabbet yapacağım, bi izin verin” denemeyeceğinden ve e-posta olayı da çok yaygın olmadığından, pek yoğun mesajlaşma olmuyordu. Ben genellikle, bir şey yazacaksam, akşam eve gidince kendi bilgisayarımdan ve kişisel e-posta adresimden yazıyordum. Ya da, daha acil ve gün içinde halletmem gereken bir durumsa, kurum dışına e-posta yollama izni olan bir arkadaşın hesabını kullanıyordum. Bu sebeplerle kızlarla yoğun mesajlaşmaya başlamamız biraz zaman aldı, zaten ilk zaman sadece Beril’in e-posta adresi vardı, buna sonradan Eda, ondan sonra da Elçin katıldı. Melis’i zaten oldukça geç bulduk.
Bu mesajlaşmaları size oldukça kronolojik bir şekilde aktarmaya çalışacağım.
21 Kasım 2001
Beril
yüklü bir “yemek tarifleri” dosyası yollamış. O zamanlar 300-500 KB’tan büyük
dosyaların servis sağlayıcısından inbox’ınıza inmesi 3-5 dakika alıyordu. Beklerken de bana fenalıklar geliyordu.
Banu:
Berilciim yavrum yani
bunları yolladığın çok iyi oldu, ben de döne döne bilinen tüm yemekleri
yapmaktan sıkılmıştım, malum yemek bilgim ve maharetim de paçalarımdan akar,
artık elim kaşınıyordu.
Bi de annem, eğer bir
daha bana 4500 KB'lık bişi göndermeye kalkarsan 4500 KB (Kiloluk Balkabağı)nı
kıçına sokmayı planlamaktayım. Hani yani sonradan 'ay haberim yoktu, ben kayısı
zannetmiştim' falan deme.
Öpüldün
Buna cevap gelmediğini belirtmeliyim. Sanırım kızı biraz ürküttüm.
08 Temmuz 2003
Banu:
Kıslar size bir kaç
sorum var.
1.
Keçi boku gibi olunca n'oluyo?
2.
Dün akşam, mis gibi banyomu yapıp, uykudan 1 saat önce (aynen prospektüsünde
yazdıyı gibi) 2 ölçek pasifloramı içip, içine tarçın kabukları ve karanfil
atılmış ıhlamur kaynatıp bir bardağa doldurup içine ayrıca yarım limon sıkıp 2
kaşık da bal attıktan sonra lökür lökür içtiğim halde neden gene de mükemmel bi
uyku çekemedim?
3.
Benim oğlum neden bana "siz babamla seks yapıyo musunuz?" ya da
"yani hiç görmedim, hiç haberim yok ama, sen babamı aldatıyo musun?"
veya sabahın köründe "anne olmak zor mu?" gibi sorular soruyor? Bu
acayip sorulardan kendimi korumak için siper mi kazsam yoksa tanık koruma
programına duhul edip izimi mi kaybettirsem?
4.
Ayrıca gene benim salak oğlum neden göbek deliğine ilik muamelesi yapıp parmağını
sokup şakır şukur karıştırıyor ve ben banyoda hafif kanamış göbeği görünce
aklım başımdan gidiyo?
5.
Ayrıca Ege'nin yaz okulunda alaturka tuvalete alışık olmadığı için kakasını
"deliğe denk getirememesi" ve bunun öğretmenler tarafından görülünce
"kim yaptı bunu" diye sorulması karşısında gıkını çıkaramamanın
sıkıntısını yaşaması komik değil mi?
Sorularımı
hemen yanıtlarsanız...
04
Ağustos 2003
Banu:
Hello
şekerler,
Nassınız?
İyi misiniz? Herkes sağlık ve afiyette midir? Tatil dönüşü ilk iş günü sendromu
yaşıyorum. Sabah benim kurduğum saatte çalan zavallı saate saydığım inanılmaz
küfürleri düşünerek kendi kendime "ayıp ettin, ne istedin zavallı saatin
anasından-babasından?" diye söylenerek geldim valla. Gerçi oğlum gene inanılmaz
enerjisiyle bır-bır-bır konuşarak gün içinde ihtiyacım olan 2000 kalorinin
1750'sini tükettirdi bana ya, Allah sonumu hayır etsin.
Şimdi bana bi sorun
bakiim "tatilin nasıl geçti" diye. Sorun sorun. Sordunuz mu? İyi,
cevap veriyorum "ben de sizin..."
(Görümcemin yazlığının olduğu sitede 4 aile, 4 ev tutup
hep beraber oraya gitmiştik)
Eğer, tutulan evlerden
birinde hiç sıcak su olmamasını (üstelik Aslanların* kaldığı ev), birinde de
buzdolabı olmamasını, gittiğimizde sadece tek evin temizlenmiş olduğunu, bizim
evin kafam kadar böcek, kırkayak ve çıyan cesetleri ile dolu olduğunu, Melih'in
bizim verendada düşerek kolunu kırmasını, Serap'ın merdivenden düşerek sağını
solunu hatırı sayılır derecede yaralamasını, Gülsev'in babasının sandalyeden
düşerek, sandalyenin kırılan bacağıyla kendi bacağını biçmesini, benim arabayı
çatılara parketmemi falan saymazsak mükemmel bir tatildi. Yani nasıl desem,
süperdi, süper...
Neyse sonra konuşuruz.
Şimdi birden haaala oradaymışım gibi geldi de, içim bi tuhaf oldu. Biraz
kendime geliyim, uzun uzun yazacam size.
Öpüldünüz.
(5
dk sonra da aşağıdaki mesajı attım)
... ayrıca, ben
tatildeyken, size daha önce bahsettiğim banyodan gelen esrarengiz tıp tıp sesleri, banyodaki asma tavanın
içinde biriken ne idüğü belirsiz sularla yere inmesi şeklinde son bulmuş.
Allahtan bu vaka vuku bulurkene Deniz evdeymiş ve kendinden beklenmeyecek bir
hızla banyoyu boşaltmış. Daha sonra ustalar mustalar felan, tamir edilirken bu
sefer bağlantıların (küvet-tuvalet vs) hepsi
birden dağılıyor ve ikinci kere bizim banyoyu su basıyor. Banu eve gelince ne
yapıyor? Derhal banyonun kapısını kapatıp Pakize'yi arıyor. O da bugün hastanede diş çektiriyormuş, yarın gelip evi,
özellikle de banyoyu temizleyecek.
03 Ekim 2003
Yukarda özet geçtiğim tatili anlatıyorum.
Kıslar,
muhteşem tatilimle ilgili iş yerindeki arkadaşlara yazdığım mektup aşağıda.
Ay güzelcimler, size bi
uğrayım diyodum ama bi türlü şaapamadım yani. Şekoş bana bi ara ayak üstü
“tatil nasıl geçti?” demiştin de ortam kalabalıktı gerçek cevabı veremedim,
normal şartlarda, yani biri bana bunu sakin bir ortamda sorduğunda “ben de
senin...” diyordum ilk günler. Sonra yavaş yavaş bilincim yerine gelmeye
başlayıp muhakeme yeteneğimi yeniden kazanmaya da başlayınca bazı iyi yanları
olduğunu da gördüm, yani mesela gece uykuda geçen zamanlar çok güzeldi.
Neyse baştan
başlayalım.
Biz bu sene tatile
biraz kalabalık gittik. Geçen sene Melih’lere, görümcemin yazlığının olduğu
yere yakın bir otelde yer ayırtmıştık, orada tatil yapmışlardı. Birlikte epey
zaman geçirmiştik, Serap da oralara, denizine falan bayılmıştı. Bu sene de “önü
deniz arkası dağ” diye bi reklam bi reklam, neticede bizim sitede, bizim evden
başka 3 ev kiralandı. Şimdi evlerde kimlerin kaldığını belirtmeden
geçemeyeceğim, çünkü önemli.
1. evde biz varız, ben
ve oğlum (anlaşılacağı üzere birazdan anlatacağım felaketler vuku bulurkene bi
de üstelik yalnızdım, yani Deniz bizi bıraktı ve döndü).
2. evde Aslan, eşi
Gülsev, Gülsev’in annesi ve babası,
3. evde Gülsev’in erkek
kardeşi Turan, eşi Berna, 4 aylık bebekleri, Berna’nın annesi ve babası,
4. evde, Melih, eşi
Serap, çocukları Ekin ile Onat, Serap’ın kızkardeşi Gönül ve onun,
bizimkilerden 1 yaş büyük kızı Gözde kalıyorlar. 2. hafta bu evin nüfusuna
Serap’ın erkek kardeşi Doğan ve Gönül’ün kocası Hüseyin (ya da Mustafa, unuttum
şimdi) katıldı (ben Baha, Taha, Süha kardeşleri de bekliyordum ama niyeyse
gelmediler).
1.
Perde: Yolculuk günü.
Cumartesi
sabah 6:20de 4 araba bir araya geldik. Turanlar bir önceki gün gece 1:30da
İstanbul’dan gelmişler ve o gün tekrar yola çıkıyorlar. Ve işte asıl sürpriz şu
ki Turan arabayı 2 ay önce almış, ve gayet acemi bir arkadaşımız olmasının yanı
sıra ilk uzun yolunu yapmak için de o günü ve bizi kurban olarak seçmiş. 90 km.
nin üstüne katiyen çıkamadık. İkide birde geride kalan veya yanlış yerlere
sapan ve kaybolan Turan’ı bekledik. Ve daha önce 4-5 uzun mola ile 11 saatte
aldığımız yolu sadece 2 mola ile 12 saatte aldık. Bu durumun tek iyi yanı 90’ı
asla geçemediğimiz için inanılmaz ekonomik olması idi, 1 depoyla Ankara’dan
Güzelçamlı’ya intikal edebildik. Akşam 6:30da bizim siteye vardık. Doğal olarak
herkes kendini evlere atmak, duş almak, kendine gelmek istiyor ama bilin
bakalım ne?
1.
Biz iki evi temiz bulacağımızı sanırken (bizim ev ile diğerinin anahtarı bizde
olduğundan temizletilemedi) sadece birinin temizlendiğini öğrendik. Bebekli
olduklarından Turanları o eve koyduk.
2.
Bizim evi bir açtık ki evde börtü böcek cesedinden geçilmiyor. Ben kapıdan dahi
giremedim. Hemen sitenin bekçisinin karısını bulup “en azından kabasını al, ben
bu evde değil yatmak, eve giremem bile” derken bir yandan da yakın otelleri
düşünüyordum.
3.
Aslanların kalacağı evde fazla böcek yoktu ama 1 senenin kiri pisinin yanı sıra
onların da bütün tavan sıvaları yatakların üstündeydi.
Neyse
kadıncağız o saatten sonra iki evin de kabasını alıp en azından yatılabilir
duruma getirdi. Tabi bunda benim “bir tek böcek bile görürsem senden bilirim
bak” şeklindeki tehditkar tavrımın da etkisi olduğunu düşünmekteyim. Gerçi
kadın gülüyordu ya neyse.
4.
Bu arada Melih’lere verdiğim anahtar onların evin dış pancurları açtı ancak
içerdeki ana kapıyı açmadı. Çilingir bulundu ve kapı açtırıldı. Biz de bu arada
elektrik saatinin kapağını açamadığımızdan sinir stres içindeydik ki çilingir
orayı da halletti. Serap biraz titiz bir arkadaşımız olduğundan “bu evi kadın
da temizlese ben tekrar temizlerim, onun için iyisi mi baştan ben temizleyeyim”
dedi ve kardeşiyle birlikte onlar evlerini kendileri temizlediler.
Bu
arada keşfedildi ki Melihler’in evde buzdolabı yok, Aslanlarda da sıcak su yok.
Artık benim bütün sinirlerimden dbırling diye sesler gelmekteydi.
Ertesi
gün akşam üstü denize gittik. Ben bu sene (yani tatile çıkmadan) kortizonlu bir
alerji iğnesi yediğimden çok rahatım. Gayet mutlu bir şekilde
sahilde rahat rahat dolaşıyorum falan. Denize girdim. Ege’yle oyunlar
oynuyoruz. 10 dak. sonra bir baktım gene kabarmaktayım. Meğer tuzlu su da beni
şaapıyormuş. Beni şaapmayan kalmadı zaten. Denize giriyorum şişiyorum, denizden
çıkınca iniyorum. Benim anlamadığım, olduğum iğne “güneş alerjisi iğnesi”
değildi ki, “allerji iğnesi” idi, yani beni genel olarak her türlü allerjiye
karşı koruması gerekiyordu. Güneşten korudu ama ben böyle denizde kabarınca
huylandım, o kadar da rahat olmamak lazım demek ki, bu beni güneşten de
korumayabilir, diye düşünerekten tırstım. Daha da doğrusu aynen şöyle düşündüm
“zıçtık olm zıçtık, babamız da gidince Ege’yi nasıl denize yollayacağım, yani
tamam 1-2 gün ona buna satarsın, Melih falan da söyledi eksik olmasın ama
bokunu da çıkarmamak lazım di mi? Hadi bakalım şimdi ne halt edecez? ”. Ama ben
bilmiyordum ki bu, başımıza gelecekler arasında en ittirik olanıymış!
2.
perde: Ana olay günü
İlk
Pazartesi günü. Akşam 8’e doğru Deniz’i Ankara’ya uğurladık. Akşam pazara
gidecez, ben “çocuklar gibi şendik” şarkıları eşliğinde verendayı topluyorum.
Melih kendi evlerine gitmek üzere ayaklandı. Birden arkamda
“blınk-blınk-tangır-güm-aah!” sesleri gelirken çevre verendalardan da “Aman!
Aman!” nidaları gelmekteydi. Bir döndüm ki Melih kardeşimiz tam verendanın
merdivenlerinde yere oturmuş sol bileğini tutmuş, ah’layıp of’lamakta. Olay
şöyle gerçekleşiyor: Yer ıslak (çünkü giren çıkanın-yani eve, yoksa yanlış
anlaşılmasın-haddi hesabı yok, yer habire çamur oluyor, ben de habire su
tutuyorum ama Allahtan son suyu Serap dökmüş), kapıdan çıkıp merdivene adım
attığı anda Melih’in ayağı kayıyor, hareketli kapıların da yardımıyla totosunun
üstüne güm diye otururken eli ile çanağı korumaya çalışmış. Sonuç: Melih sol el
bileğini kırdı. Kuşadası’na hastaneye gidildi, röntgen-doktor vs. muhabbetini
müteakiben kırık belgelendi ve kol alçıya alındı.
3.
perde: Diğer olay günü
Tatilin
ortası. Cumartesi günü. Akşam. Seraplar’ın evi ful kadro. Benim de pazardan
almam gereken bişi var, hemen gidip gelecem. Ama gene de Serap’la Gönül’e de
sorayım, ayıp olur sonra, belki gelmek isterler şeklinde son derece iyi
niyetlerle dolu olarak onlara gittim, kapıda Gönül’ü gördüm, “ben pazara
gidiyorum, gelin hadi” dedim. O da “gelelim valla, ablam yukarda, ben söyleyeyim”
dedi ve merdivenlerden yukarı çıktı. Akabinde bir tangırtı-tungurtu,
ay-aman-ah-oh sesleri, evdeki diğer nüfus yerinden fırladı ve anlaşıldı ki
Serap merdivenden düşmüş. Allahtan belini vurmamış ama kalçası ve pöç mü derler
nedir işte orası kötü zedelendi. Sonraki günlerde o bölgelerin aldığı rengi
“siyah erik rengi” olarak tarif edebilirim. Olay nasıl olmuş tam anlamadım ama
Gönül yukarı çıkarken o da iniyormuymuş ne, bunlar ya çarpışmış ya da
birbirlerine çarpmamak için dengeleri bozulmuş, piyango Serap’a çıkmış. Serap
müthiş sinirlendi ve inanılmaz şekilde söylenirken ben Gönül’ü alıp çıktım.
4.
perde: Araba olayı
Serap
olayının ertesi günü. Akşam üstü denize gidecez (ben sabahları gitmiyorum güneş
yükseliyor diye ama akşam üstleri, nasıl olsa güneş iniyor, diyerekten
gidiyorum). Ege ile Onat her zamanki gibi itişip kakışmaktalar, öne oturdular,
radyoya saldırdılar, ben “çekin lan ellerinizi, durun, susun...” derken geri
geri gitmem gerekirken ileri vitese takarak önümüzde yerde “şey” gibi dikili
durmakta olan bir inşaat demirini arabanın altına alarak, ayrıca o inşaat
demirinin dik durması için altına konmuş olan bilgisayar ekranı büyüklüğündeki
taşın üstüne tangır tungur çıkarak arabayı oturttum (Aslan’ın deyimiyle
arabayı”çatıya parkettim”). Bir kaç gün önce de “bu ay artık araba bizim oldu,
son taksidini ödedik” diye bir mini kutlama yaptıydık. Fakat ne biçim bir
gürültü çıktıysa millet inşaatların birine girdim zannetmiş. Bundan sonraki
yarım saati hayal meyal hatırlıyorum. Sinir stres içinde daireler çizerek
dolanmaktaydım. Melih kırık koluyla olaya supervise ederken Aslan da eleman
çalıştırmanın alışkanlığıyla oradan bulduğu bir ameleye iş yaptırmaktaydı.
Arabayı krikoyla kaldırıp taşı aldılar sonra da galiba demiri aşağıya bastırıp
arabayı mı ilerletmişler neyse işte vallayi bilmiyorum. Ben yakın bi tavan
aramaktaydım, kendimi asmak için.
Bitti
zannediyorsunuz di mi?
5.
perde: Sandalye olayı
Bunun
gününü hatırlamıyorum ama olay sıralamasındaki yeri doğru. Gülsev’in babası,
oturmakta olduğu beyaz plastik bahçe sandalyesini, korkuluğu olmayan verendanın
oldukça kenarındayken bir de şöyle hafif geri itince, yaklaşık 50 cm.
yükseklikten daaan diye arka üstü düştü. Düşerken, nasıl olduysa, sandalyenin
bacağı kırıldı, kendi bacağı ve kolu yarılmaktan hallice bir durumda kurtuldu.
Ben artık dedim ki bize nefesi güçlü biri lazım. Bir de yetmez, şöyle 7-8 kişi
bizi ancak kurtarır.
Yani
anlıyacağınız, biz bu tatilden canımızı zor kurtardık.
Bu
arada tatil boyunca bizim evin merkez olması ve özellikle çocukların sürekli
bizim evin “içinde” olmaları, sürekli kavga etmeleri ve bağırarak konuşmaları
falan da cabası. Hani çocukları severim ama kendi evimin içinde 4 tane
isteseydim ben doğururdum, di mi yani. Sonunda bi gün hepsini kovaladım zaten.
Sivrisineklerden,
sabaha kadar bağıran kurbağalardan, köpeklerden ve HER gece darbuka (bildiğiniz
düm-teka-dümtek darbuka) çalan komşu sitenin öküzden hallice sakinlerinden hiç
bahsetmiyorum. “Öküzden hallice” diyorum çünkü şimdi Allahları var, hiç gece
12yi geçirmediler. Ben bu cinslere “yontulmuş ayu” diyorum.
Ayrıca,
her ortamda ve her fırsatta çocukları katiyen saat 11 ile (en az) 4 arası
güneşe çıkarmamak gerektiğini ve bizim Ege’yi hiç çıkarmadığımızı vurgulamama
rağmen bir gün sabah deniz seansından öğlen 1’de döndüler. E haliynen Ege
haşlanmıştı çünkü sadece sabah gittiklerinde sürdükleri kremin etkisinin sonsuz
olmadığını düşünememişler, o saate kadar da kıyıda oynamış. Bişi de denmiyor,
hem çocuğunu emanet et hem de talimat ver, e olmuyor tabi. 2 gün boyunca
sürekli olarak sırtına sırayla bepanten ve nemlendirici sürmeme rağmen iki
geceyi de, sabaha kadar Ege’nin sırtını kaşımakla geçirdim.
Gene
de arkadaşlar, yani gene de her sabah öğleye kadar kitabımı okudum (2 kitap
bitirdim) ve her akşam üstü içkimi içtim. Nasıl olsa yemek falan da yapmıyorum
ya pek rahattım, yani sadece bu konuda, başka hiç bi konuda diil. Giderken
söylemiştim, “bu kadar adamsınız, biz iki kişiyiz, herhalde beslenmemizle
ilgilenirsiniz” diye, hakketten ilgilendiler. Zaten
her gün her pişen yemekten 1 tabak gelse bize iki günlük yemek çıkıyordu. Gerçi
bizim ev merkez olduğu için yemek yeme faslı Melihlerle birlikte bizde yapılıyordu
ve ben habire bulaşık yıkıyor ve çay demliyordum ama o kadar olur artık.
Ve
gene ayrıca ben bunlarla uğraşırkene, Ankara’daki evimizin de banyo tavanı (asma
tavan) içinde yukardan gelen ne idüğü belirsiz sularla yere inmiş. Deniz de
onlarla uğraşmış. Bunu artık uzun uzadıya anlatamayacağım.
Daha
bi kaç bişi daha vardı da şimdi hatırlayamadım.
İşte
bele. Bi da baa sorcak mısınız “tatil nasıl geçti?” diye hı?
Öpüldünüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder