5 Mart 2016 Cumartesi

İlk Mesajlar, Yemek Tarifleri, Ege'nin soruları, Tatil Macerası

Kızlarla kayıtlı ilk mesajlaşmalarım 2001 yılına kadar uzanıyor. O dönemlerde, çalıştığım şirkette dışarıya (yani kurum dışına) e-posta atmak için özel izin falan almak gerekiyordu, e
haliyle “arkadaşlarla geyik muhabbet yapacağım, bi izin verin” denemeyeceğinden ve e-posta olayı da çok yaygın olmadığından, pek yoğun mesajlaşma olmuyordu. Ben genellikle, bir şey yazacaksam, akşam eve gidince kendi bilgisayarımdan ve kişisel e-posta adresimden yazıyordum. Ya da, daha acil ve gün içinde halletmem gereken bir durumsa, kurum dışına e-posta yollama izni olan bir arkadaşın hesabını kullanıyordum. Bu sebeplerle kızlarla yoğun mesajlaşmaya başlamamız biraz zaman aldı, zaten ilk zaman sadece Beril’in e-posta adresi vardı, buna sonradan Eda, ondan sonra da Elçin katıldı. Melis’i zaten oldukça geç bulduk. 
Bu mesajlaşmaları size oldukça kronolojik bir şekilde aktarmaya çalışacağım.


21 Kasım 2001

Beril yüklü bir “yemek tarifleri” dosyası yollamış. O zamanlar 300-500 KB’tan büyük dosyaların servis sağlayıcısından inbox’ınıza inmesi 3-5 dakika alıyordu. Beklerken de bana fenalıklar geliyordu.

Banu:
Berilciim yavrum yani bunları yolladığın çok iyi oldu, ben de döne döne bilinen tüm yemekleri yapmaktan sıkılmıştım, malum yemek bilgim ve maharetim de paçalarımdan akar, artık elim kaşınıyordu.

Bi de annem, eğer bir daha bana 4500 KB'lık bişi göndermeye kalkarsan 4500 KB (Kiloluk Balkabağı)nı kıçına sokmayı planlamaktayım. Hani yani sonradan 'ay haberim yoktu, ben kayısı zannetmiştim' falan deme.
Öpüldün

Buna cevap gelmediğini belirtmeliyim. Sanırım kızı biraz ürküttüm.

08 Temmuz 2003

Banu:
Kıslar size bir kaç sorum var.
1. Keçi boku gibi olunca n'oluyo?
2. Dün akşam, mis gibi banyomu yapıp, uykudan 1 saat önce (aynen prospektüsünde yazdıyı gibi) 2 ölçek pasifloramı içip, içine tarçın kabukları ve karanfil atılmış ıhlamur kaynatıp bir bardağa doldurup içine ayrıca yarım limon sıkıp 2 kaşık da bal attıktan sonra lökür lökür içtiğim halde neden gene de mükemmel bi uyku çekemedim?
3. Benim oğlum neden bana "siz babamla seks yapıyo musunuz?" ya da "yani hiç görmedim, hiç haberim yok ama, sen babamı aldatıyo musun?" veya sabahın köründe "anne olmak zor mu?" gibi sorular soruyor? Bu acayip sorulardan kendimi korumak için siper mi kazsam yoksa tanık koruma programına duhul edip izimi mi kaybettirsem?
4. Ayrıca gene benim salak oğlum neden göbek deliğine ilik muamelesi yapıp parmağını sokup şakır şukur karıştırıyor ve ben banyoda hafif kanamış göbeği görünce aklım başımdan gidiyo?
5. Ayrıca Ege'nin yaz okulunda alaturka tuvalete alışık olmadığı için kakasını "deliğe denk getirememesi" ve bunun öğretmenler tarafından görülünce "kim yaptı bunu" diye sorulması karşısında gıkını çıkaramamanın sıkıntısını yaşaması komik değil mi?

Sorularımı hemen yanıtlarsanız...

04 Ağustos 2003

Banu:
Hello şekerler,
Nassınız? İyi misiniz? Herkes sağlık ve afiyette midir? Tatil dönüşü ilk iş günü sendromu yaşıyorum. Sabah benim kurduğum saatte çalan zavallı saate saydığım inanılmaz küfürleri düşünerek kendi kendime "ayıp ettin, ne istedin zavallı saatin anasından-babasından?" diye söylenerek geldim valla. Gerçi oğlum gene inanılmaz enerjisiyle bır-bır-bır konuşarak gün içinde ihtiyacım olan 2000 kalorinin 1750'sini tükettirdi bana ya, Allah sonumu hayır etsin.

Şimdi bana bi sorun bakiim "tatilin nasıl geçti" diye. Sorun sorun. Sordunuz mu? İyi, cevap veriyorum "ben de sizin..."

(Görümcemin yazlığının olduğu sitede 4 aile, 4 ev tutup hep beraber oraya gitmiştik)

Eğer, tutulan evlerden birinde hiç sıcak su olmamasını (üstelik Aslanların* kaldığı ev), birinde de buzdolabı olmamasını, gittiğimizde sadece tek evin temizlenmiş olduğunu, bizim evin kafam kadar böcek, kırkayak ve çıyan cesetleri ile dolu olduğunu, Melih'in bizim verendada düşerek kolunu kırmasını, Serap'ın merdivenden düşerek sağını solunu hatırı sayılır derecede yaralamasını, Gülsev'in babasının sandalyeden düşerek, sandalyenin kırılan bacağıyla kendi bacağını biçmesini, benim arabayı çatılara parketmemi falan saymazsak mükemmel bir tatildi. Yani nasıl desem, süperdi, süper...

Neyse sonra konuşuruz. Şimdi birden haaala oradaymışım gibi geldi de, içim bi tuhaf oldu. Biraz kendime geliyim, uzun uzun yazacam size.
Öpüldünüz.

(5 dk sonra da aşağıdaki mesajı attım)

... ayrıca, ben tatildeyken, size daha önce bahsettiğim banyodan gelen esrarengiz  tıp tıp sesleri, banyodaki asma tavanın içinde biriken ne idüğü belirsiz sularla yere inmesi şeklinde son bulmuş. Allahtan bu vaka vuku bulurkene Deniz evdeymiş ve kendinden beklenmeyecek bir hızla banyoyu boşaltmış. Daha sonra ustalar mustalar felan, tamir edilirken bu sefer bağlantıların (küvet-tuvalet vs) hepsi birden dağılıyor ve ikinci kere bizim banyoyu su basıyor. Banu eve gelince ne yapıyor? Derhal banyonun kapısını kapatıp Pakize'yi arıyor. O da bugün hastanede diş çektiriyormuş, yarın gelip evi, özellikle de banyoyu temizleyecek.

03 Ekim 2003

Yukarda özet geçtiğim tatili anlatıyorum.

Kıslar, muhteşem tatilimle ilgili iş yerindeki arkadaşlara yazdığım mektup aşağıda.

Ay güzelcimler, size bi uğrayım diyodum ama bi türlü şaapamadım yani. Şekoş bana bi ara ayak üstü “tatil nasıl geçti?” demiştin de ortam kalabalıktı gerçek cevabı veremedim, normal şartlarda, yani biri bana bunu sakin bir ortamda sorduğunda “ben de senin...” diyordum ilk günler. Sonra yavaş yavaş bilincim yerine gelmeye başlayıp muhakeme yeteneğimi yeniden kazanmaya da başlayınca bazı iyi yanları olduğunu da gördüm, yani mesela gece uykuda geçen zamanlar çok güzeldi.

Neyse baştan başlayalım.

Biz bu sene tatile biraz kalabalık gittik. Geçen sene Melih’lere, görümcemin yazlığının olduğu yere yakın bir otelde yer ayırtmıştık, orada tatil yapmışlardı. Birlikte epey zaman geçirmiştik, Serap da oralara, denizine falan bayılmıştı. Bu sene de “önü deniz arkası dağ” diye bi reklam bi reklam, neticede bizim sitede, bizim evden başka 3 ev kiralandı. Şimdi evlerde kimlerin kaldığını belirtmeden geçemeyeceğim, çünkü önemli.

1. evde biz varız, ben ve oğlum (anlaşılacağı üzere birazdan anlatacağım felaketler vuku bulurkene bi de üstelik yalnızdım, yani Deniz bizi bıraktı ve döndü).
2. evde Aslan, eşi Gülsev, Gülsev’in annesi ve babası,
3. evde Gülsev’in erkek kardeşi Turan, eşi Berna, 4 aylık bebekleri, Berna’nın annesi ve babası,
4. evde, Melih, eşi Serap, çocukları Ekin ile Onat, Serap’ın kızkardeşi Gönül ve onun, bizimkilerden 1 yaş büyük kızı Gözde kalıyorlar. 2. hafta bu evin nüfusuna Serap’ın erkek kardeşi Doğan ve Gönül’ün kocası Hüseyin (ya da Mustafa, unuttum şimdi) katıldı (ben Baha, Taha, Süha kardeşleri de bekliyordum ama niyeyse gelmediler).

1. Perde: Yolculuk günü.

Cumartesi sabah 6:20de 4 araba bir araya geldik. Turanlar bir önceki gün gece 1:30da İstanbul’dan gelmişler ve o gün tekrar yola çıkıyorlar. Ve işte asıl sürpriz şu ki Turan arabayı 2 ay önce almış, ve gayet acemi bir arkadaşımız olmasının yanı sıra ilk uzun yolunu yapmak için de o günü ve bizi kurban olarak seçmiş. 90 km. nin üstüne katiyen çıkamadık. İkide birde geride kalan veya yanlış yerlere sapan ve kaybolan Turan’ı bekledik. Ve daha önce 4-5 uzun mola ile 11 saatte aldığımız yolu sadece 2 mola ile 12 saatte aldık. Bu durumun tek iyi yanı 90’ı asla geçemediğimiz için inanılmaz ekonomik olması idi, 1 depoyla Ankara’dan Güzelçamlı’ya intikal edebildik. Akşam 6:30da bizim siteye vardık. Doğal olarak herkes kendini evlere atmak, duş almak, kendine gelmek istiyor ama bilin bakalım ne?

1. Biz iki evi temiz bulacağımızı sanırken (bizim ev ile diğerinin anahtarı bizde olduğundan temizletilemedi) sadece birinin temizlendiğini öğrendik. Bebekli olduklarından Turanları o eve koyduk.

2. Bizim evi bir açtık ki evde börtü böcek cesedinden geçilmiyor. Ben kapıdan dahi giremedim. Hemen sitenin bekçisinin karısını bulup “en azından kabasını al, ben bu evde değil yatmak, eve giremem bile” derken bir yandan da yakın otelleri düşünüyordum.

3. Aslanların kalacağı evde fazla böcek yoktu ama 1 senenin kiri pisinin yanı sıra onların da bütün tavan sıvaları yatakların üstündeydi.
Neyse kadıncağız o saatten sonra iki evin de kabasını alıp en azından yatılabilir duruma getirdi. Tabi bunda benim “bir tek böcek bile görürsem senden bilirim bak” şeklindeki tehditkar tavrımın da etkisi olduğunu düşünmekteyim. Gerçi kadın gülüyordu ya neyse.

4. Bu arada Melih’lere verdiğim anahtar onların evin dış pancurları açtı ancak içerdeki ana kapıyı açmadı. Çilingir bulundu ve kapı açtırıldı. Biz de bu arada elektrik saatinin kapağını açamadığımızdan sinir stres içindeydik ki çilingir orayı da halletti. Serap biraz titiz bir arkadaşımız olduğundan “bu evi kadın da temizlese ben tekrar temizlerim, onun için iyisi mi baştan ben temizleyeyim” dedi ve kardeşiyle birlikte onlar evlerini kendileri temizlediler.

Bu arada keşfedildi ki Melihler’in evde buzdolabı yok, Aslanlarda da sıcak su yok. Artık benim bütün sinirlerimden dbırling diye sesler gelmekteydi.

Ertesi gün akşam üstü denize gittik. Ben bu sene (yani tatile çıkmadan) kortizonlu bir alerji iğnesi yediğimden çok rahatım. Gayet mutlu bir şekilde sahilde rahat rahat dolaşıyorum falan. Denize girdim. Ege’yle oyunlar oynuyoruz. 10 dak. sonra bir baktım gene kabarmaktayım. Meğer tuzlu su da beni şaapıyormuş. Beni şaapmayan kalmadı zaten. Denize giriyorum şişiyorum, denizden çıkınca iniyorum. Benim anlamadığım, olduğum iğne “güneş alerjisi iğnesi” değildi ki, “allerji iğnesi” idi, yani beni genel olarak her türlü allerjiye karşı koruması gerekiyordu. Güneşten korudu ama ben böyle denizde kabarınca huylandım, o kadar da rahat olmamak lazım demek ki, bu beni güneşten de korumayabilir, diye düşünerekten tırstım. Daha da doğrusu aynen şöyle düşündüm “zıçtık olm zıçtık, babamız da gidince Ege’yi nasıl denize yollayacağım, yani tamam 1-2 gün ona buna satarsın, Melih falan da söyledi eksik olmasın ama bokunu da çıkarmamak lazım di mi? Hadi bakalım şimdi ne halt edecez? ”. Ama ben bilmiyordum ki bu, başımıza gelecekler arasında en ittirik olanıymış!

2. perde: Ana olay günü

İlk Pazartesi günü. Akşam 8’e doğru Deniz’i Ankara’ya uğurladık. Akşam pazara gidecez, ben “çocuklar gibi şendik” şarkıları eşliğinde verendayı topluyorum. Melih kendi evlerine gitmek üzere ayaklandı. Birden arkamda “blınk-blınk-tangır-güm-aah!” sesleri gelirken çevre verendalardan da “Aman! Aman!” nidaları gelmekteydi. Bir döndüm ki Melih kardeşimiz tam verendanın merdivenlerinde yere oturmuş sol bileğini tutmuş, ah’layıp of’lamakta. Olay şöyle gerçekleşiyor: Yer ıslak (çünkü giren çıkanın-yani eve, yoksa yanlış anlaşılmasın-haddi hesabı yok, yer habire çamur oluyor, ben de habire su tutuyorum ama Allahtan son suyu Serap dökmüş), kapıdan çıkıp merdivene adım attığı anda Melih’in ayağı kayıyor, hareketli kapıların da yardımıyla totosunun üstüne güm diye otururken eli ile çanağı korumaya çalışmış. Sonuç: Melih sol el bileğini kırdı. Kuşadası’na hastaneye gidildi, röntgen-doktor vs. muhabbetini müteakiben kırık belgelendi ve kol alçıya alındı.

3. perde: Diğer olay günü

Tatilin ortası. Cumartesi günü. Akşam. Seraplar’ın evi ful kadro. Benim de pazardan almam gereken bişi var, hemen gidip gelecem. Ama gene de Serap’la Gönül’e de sorayım, ayıp olur sonra, belki gelmek isterler şeklinde son derece iyi niyetlerle dolu olarak onlara gittim, kapıda Gönül’ü gördüm, “ben pazara gidiyorum, gelin hadi” dedim. O da “gelelim valla, ablam yukarda, ben söyleyeyim” dedi ve merdivenlerden yukarı çıktı. Akabinde bir tangırtı-tungurtu, ay-aman-ah-oh sesleri, evdeki diğer nüfus yerinden fırladı ve anlaşıldı ki Serap merdivenden düşmüş. Allahtan belini vurmamış ama kalçası ve pöç mü derler nedir işte orası kötü zedelendi. Sonraki günlerde o bölgelerin aldığı rengi “siyah erik rengi” olarak tarif edebilirim. Olay nasıl olmuş tam anlamadım ama Gönül yukarı çıkarken o da iniyormuymuş ne, bunlar ya çarpışmış ya da birbirlerine çarpmamak için dengeleri bozulmuş, piyango Serap’a çıkmış. Serap müthiş sinirlendi ve inanılmaz şekilde söylenirken ben Gönül’ü alıp çıktım.

4. perde: Araba olayı

Serap olayının ertesi günü. Akşam üstü denize gidecez (ben sabahları gitmiyorum güneş yükseliyor diye ama akşam üstleri, nasıl olsa güneş iniyor, diyerekten gidiyorum). Ege ile Onat her zamanki gibi itişip kakışmaktalar, öne oturdular, radyoya saldırdılar, ben “çekin lan ellerinizi, durun, susun...” derken geri geri gitmem gerekirken ileri vitese takarak önümüzde yerde “şey” gibi dikili durmakta olan bir inşaat demirini arabanın altına alarak, ayrıca o inşaat demirinin dik durması için altına konmuş olan bilgisayar ekranı büyüklüğündeki taşın üstüne tangır tungur çıkarak arabayı oturttum (Aslan’ın deyimiyle arabayı”çatıya parkettim”). Bir kaç gün önce de “bu ay artık araba bizim oldu, son taksidini ödedik” diye bir mini kutlama yaptıydık. Fakat ne biçim bir gürültü çıktıysa millet inşaatların birine girdim zannetmiş. Bundan sonraki yarım saati hayal meyal hatırlıyorum. Sinir stres içinde daireler çizerek dolanmaktaydım. Melih kırık koluyla olaya supervise ederken Aslan da eleman çalıştırmanın alışkanlığıyla oradan bulduğu bir ameleye iş yaptırmaktaydı. Arabayı krikoyla kaldırıp taşı aldılar sonra da galiba demiri aşağıya bastırıp arabayı mı ilerletmişler neyse işte vallayi bilmiyorum. Ben yakın bi tavan aramaktaydım, kendimi asmak için.

Bitti zannediyorsunuz di mi?

5. perde: Sandalye olayı

Bunun gününü hatırlamıyorum ama olay sıralamasındaki yeri doğru. Gülsev’in babası, oturmakta olduğu beyaz plastik bahçe sandalyesini, korkuluğu olmayan verendanın oldukça kenarındayken bir de şöyle hafif geri itince, yaklaşık 50 cm. yükseklikten daaan diye arka üstü düştü. Düşerken, nasıl olduysa, sandalyenin bacağı kırıldı, kendi bacağı ve kolu yarılmaktan hallice bir durumda kurtuldu. Ben artık dedim ki bize nefesi güçlü biri lazım. Bir de yetmez, şöyle 7-8 kişi bizi ancak kurtarır.
Yani anlıyacağınız, biz bu tatilden canımızı zor kurtardık.

Bu arada tatil boyunca bizim evin merkez olması ve özellikle çocukların sürekli bizim evin “içinde” olmaları, sürekli kavga etmeleri ve bağırarak konuşmaları falan da cabası. Hani çocukları severim ama kendi evimin içinde 4 tane isteseydim ben doğururdum, di mi yani. Sonunda bi gün hepsini kovaladım zaten.

Sivrisineklerden, sabaha kadar bağıran kurbağalardan, köpeklerden ve HER gece darbuka (bildiğiniz düm-teka-dümtek darbuka) çalan komşu sitenin öküzden hallice sakinlerinden hiç bahsetmiyorum. “Öküzden hallice” diyorum çünkü şimdi Allahları var, hiç gece 12yi geçirmediler. Ben bu cinslere “yontulmuş ayu” diyorum.

Ayrıca, her ortamda ve her fırsatta çocukları katiyen saat 11 ile (en az) 4 arası güneşe çıkarmamak gerektiğini ve bizim Ege’yi hiç çıkarmadığımızı vurgulamama rağmen bir gün sabah deniz seansından öğlen 1’de döndüler. E haliynen Ege haşlanmıştı çünkü sadece sabah gittiklerinde sürdükleri kremin etkisinin sonsuz olmadığını düşünememişler, o saate kadar da kıyıda oynamış. Bişi de denmiyor, hem çocuğunu emanet et hem de talimat ver, e olmuyor tabi. 2 gün boyunca sürekli olarak sırtına sırayla bepanten ve nemlendirici sürmeme rağmen iki geceyi de, sabaha kadar Ege’nin sırtını kaşımakla geçirdim.

Gene de arkadaşlar, yani gene de her sabah öğleye kadar kitabımı okudum (2 kitap bitirdim) ve her akşam üstü içkimi içtim. Nasıl olsa yemek falan da yapmıyorum ya pek rahattım, yani sadece bu konuda, başka hiç bi konuda diil. Giderken söylemiştim, “bu kadar adamsınız, biz iki kişiyiz, herhalde beslenmemizle ilgilenirsiniz” diye, hakketten ilgilendiler. Zaten her gün her pişen yemekten 1 tabak gelse bize iki günlük yemek çıkıyordu. Gerçi bizim ev merkez olduğu için yemek yeme faslı Melihlerle birlikte bizde yapılıyordu ve ben habire bulaşık yıkıyor ve çay demliyordum ama o kadar olur artık.

Ve gene ayrıca ben bunlarla uğraşırkene, Ankara’daki evimizin de banyo tavanı (asma tavan) içinde yukardan gelen ne idüğü belirsiz sularla yere inmiş. Deniz de onlarla uğraşmış. Bunu artık uzun uzadıya anlatamayacağım.

Daha bi kaç bişi daha vardı da şimdi hatırlayamadım.

İşte bele. Bi da baa sorcak mısınız “tatil nasıl geçti?” diye hı?
Öpüldünüz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder