2 Ağustos 2016 Salı

Tatilde Ev Kiralamak...

30 Temmuz 2012

Tatil Notları

İşte gene tatil zamanı. Lalalalala… Tatilin herşeyini seviyorum. Yolda geçen zamanı, gittiğimiz yerde geçen zamanı, iş yerinde olmamayı, olmadık şeyler yaşamayı ve sonra bunları yazmayı, hepsini. Zaten her seferinde öyle şeyler oluyor ki, bazen düşünüyorum, acaba bunlar tanrının bir cezası mı yoksa beni yazmaya teşvik etmek için lütfu mu?

Annemlerle yıllardır birlikte tatil yapmadık. Galiba en son Ege bebekken amcamların yazlığına beraber gitmiştik. Ege 7 aylıktı, şimdi 17 yaşında, düşünün yani. Geçen sene hep beraber ev kiralamaya heves etti annem, ama o zaman ayarlayamamıştık, bu sene başardık.

Beriller son birkaç senedir İngilizler’den yazlık kiraladığı ve çok memnun kaldığı için ondan yazlık evler bulabileceğimiz internet sitelerinin adreslerini aldım. Fakat sorun şu ki, bu operasyon için çok geç kalmıştık. Temmuz’un 14’ü için Temmuz başında tırmalamaya başladık, bunun sebebi de ablamların geçen sene kiraladığı ve çok memnun kaldığı evi tekrar kiralamaya çalışıp kiralayamamalarıydı. Bunun için de ev sahibinden haber beklendi falan derken, kendimizi temmuz başında bulduk. Panik halde internet sitelerini araştırmaya başladık ama doğal olarak o zamana doğru düzgün ev mev kalmamıştı.

Şunu üzülerek ve utanarak itiraf etmem gerekir ki, Türkiye’de yazlık ev kiralayacaksan İngilizlerden kiralayacaksın. Bi kere eve Türkler gibi kışlık evlerinin eskilerini koymuyorlar. Bütün eşyalar pırıl pırıl oluyor ve onların öncelikleri, standart bir Türk insanının önceliklerinden farklı olduğu için, evleri çok daha kullanışlı, konforlu ve ekipe oluyor. En azından 2-3 düzgün banyosu (hilton lavabo tarzında, banyo dolapları olan, duşa kabinli), kliması, bulaşık makinesi, falan oluyor. Hele “8-10 kişi için için uygun” yazdığı zaman sitesine, “lan bu eve bulaşık makinası koymazsam öküzlük etmiş olurum, 10 kişinin bulaşığıyla yazlıkta uğraşılır mı” diyor. Odalarda dolap illa ki oluyor, ”yav şimdi insanlar gelecek, yerleşecek, e eşyalarını koyacak bi dolap lazım, valizlerin içinde yaşayacak değil ya, mülteci mi lan bunlar” diyor keko. “E akşam üstünden çıkanı koyacağı bi sandalye en azında koyayım odalara” da diyor. Yani özet olarak İngiliz’in, evini kiralayan kişiye bi saygısı var. Onu mümkün olduğu kadar memnun etmeye çalışıyor. Bunun karşılığını da alıyor tabi, evleri hiç ucuz değil ama ev kiralayarak tatil yapmak istiyorsan, kesinlikle ideal.

Ben de bunları bildiğim için Beril’den o sitelerin adreslerini aldım. Doğal olarak oradan bulduğumuz evlerin sahiplerinin İngiliz olduğunu varsayıyoruz, katiyen Türk geni karışmış bir şey istemiyoruz. Ancak dediğim gibi, çok geç kalmıştık, “umduğumuzu değil, bulduğumuzu” diyerek, dış görünüşü fotoğrafta pek de bir şeye benzemeyen ama sahibi İngiliz olduğu için içinin mükemmel olduğunu düşündüğümüz bir ev bulduk. Hemen bağlantı kuruldu, tamam tutuyoruz, dedik, ama bilin bakalım ne? Sahibi Türk çıktı. Zaten internetteki resimlerde görünen koltukların arkalarında, üçgen şeklindeki örtülerden bi işkillendiydim ama, gereğinden fazla hassas ingilizin biri aklınca jest yapmış herhalde, demiştim. Sonra, canım Türk bile olsa, ingiliz sitesinden ilan verdiğine göre, belli standartları olmalı, yoksa niye oradan versin, üstelik diğerleriyle aynı fiyata, öküz mü bu? Dedik ama, ben internetteki ilanda bulaşık makinası yazmadığını farkettim. Ablama söyledim, hemen sahibini aradı, sahiden yokmuş. Hafif bi sarsıntı geçirdik tabi, yani 7-8 kişi olacağız ve bulaşık makinası yok. Neyse, dedik, olsun, dert değil, hallederiz. Ayrıca, “hiç moralimizi bozmuyoruz, senelerdir ilk defa annemlerle tatile gidiyoruz, herşey çok güzel olacak” da dedik. İlanda klima da yazmıyordu ama, ben “yok artık, ilana yazmayı unutmuşlardır, olur mu canım, bu kadar paraya klima olmaması olur mu hiç” dedim kendi kendime.

Çıktık yola.

Sabahın köründe ayaklanmış olmanın sonucu olarak, önce Ege’yi, sonra Deniz’i, son olarak da ablamı ısırmamın dışında, yolculuk gayet iyiydi, zaten arabamızla geldik, bir sorun, sıkıntı, vb yaşamadık, ben halkım sayesinde otobüs yolculuklarında ne yaşıyorsam yaşıyorum. Buradan dönüşüm de gene otobüsle olacak. Heyecanla bekliyorum.

Eve intikal ettiğimizde, akşam saat 6 civarı falandı. Dıştan görünüş aynı fotoğraftaki gibi, sürpriz yok. Yola 1,5 metre, bu sanki biraz sorun olabilir gibi geldi bana ama du bakalım, dedim. Burası bir site değil, yan yana 4 ev, bi de arkada 1 ev daha var. Hepsi aynı ve sahipleri de aynı. Yaşlıca hoş bir adam. Evleriyle, sütunları, plastik pergulasıyla falan gurur duyuyor belli ki. Bizim kiraladığımız ev kızınınmış. Kızının kocası Fransız, ama İngiltere’de yaşıyorlar. İngilizlerle tek bağlantı bu. Bütün eşyalar İngiltere’den gelmiş ama görseniz, bizim Siteler’den alınmış gibi.

Neyse, girdik eve.

Mutfak güzel ama biraz küçük.
Salon geniş, güzel.
Klima yok.
Klima YOK?
Ben hemen diğer odalara bakmaya yukarılara çıktım, odalar geniş, güzel ama hiç birinde klima yok. Çatıdaki odada bile yok, ben gene saf saf “herhalde yalıtımı mükemmel yaptırdılar ki klimaya ihtiyaç yok” diye düşünecektim ki kendimi durdurdum. Evin içinde hiç de öyle mükemmel yalıtımlı bir ev serinliği falan yoktu. Artık hafiften gerilmeye başladım.

Aşağı inerken merdiven arasındaki pencerede sineklik olmadığını farkettim, gözlerim hafif büyüdü, o pencereyi kapatıp panik halde tekrar odalara çıkıp pencereleri kontrol ettim, allahtan 1-2 pencere dışında diğer pencerelerde ve balkon kapılarında sineklik var.

Tekrar aşağı inerken odalarda bi tuhaflık hissettiğimi farkettim, tekrar yukarı çıktım, odanın birinde bayağı yatak odası takımı var, dolap, şifoniyer, komodinler falan, güzel, diğer odada 1 adet komodin var, bu hızlı düşüş hayra alamet değildi tabi ki, diğer 2 odada hiçbir şey yok, sadece yataklar var. Kapıların arkasında askı bile yok (sonradan pazardan tanesini 1 liraya aldık, 1 lira!). Yani akşam üstündekileri çıkarıp yere atacan.

Aşağı indim, Annem son derece beğeniyle evi dolaşıyor, bayıldı eve, yani Türk standartlarına göre evet, ev çok güzel de… Bi de bana “Ege’nin odasındaki teras kapısında tel yok” demez mi? Ege çatıdaki odayı seçmişti, tekrar yukarı çıktım, baktım o katta 2 kapı var, birinde sahiden tel yok ama öbüründe var. Tam aşağıya inerken gene içimi bişi kemirdi, geri dönüp bi baktım, pencerede perde yok, yani perde olmadığı gibi, alıp asayım desen, ray ya da benzer bişi de yok. Eh n’apalım, dedim, gençtir, güneş müneş ona vız gelir, uyur herhalde.

Bu kimin kabusu acaba? Yukarıya her çıkışımın inişi daha travmatik oluyor.

Evde 3 tuvalet ve 2 banyo var. Böyle yazınca insana çok hoş geliyor ama; bizim kattaki lavabonun yanlarında hani şöyle diş fırçası bardağını koyacak bir yer bile yok, aynanın kenarında toplamı 25 cm2 olan ince uzun minik bi dolap var ve bu tuvaleti o kattaki 6 kişi kullanacak, hani odalarında dolap, komodin, şifoniyer, sehpa vb. bir şey olmayan kişiler. Hadi onu yapmıyorsun, bari banyoyu zengin tut di mi? Bu kadınlar makyaj malzemelerini, fırçalarını, parfümlerini, erkekler traş malzemelerini vb nereye koyacak? Ayrıca havlu asacak yer de yok, yani kapı arkasında falan, hani şu 1 lira olanlardan. Ayrıca, doğru düzgün temizlik de yapılmamış. Yani klozet falan temiz de, ayna, lavabonun kenarları falan silinmemişti. Aslında temizlik yapan, evde sadece yerleri silmiş sanırım, salonda büfenin üstünde falan 1 karış toz vardı. Dolaplar da öyle, hem içleri hem dışları tozluydu.

Evet, salonda büfe ve vitrin var?! Yani yazlığa vitrine koyacak kristalleri veya biblolarıyla kim gelir allahaşkına? Onların yerine her odaya iyi kötü birer dolap koysa çok daha iyiymiş.

Hala sinirlenmemeye çalışıyorum ama hafiften morarmaya başladım yani.

Mutfak dolaplarını kontrol edeyim dedim. Kontrol edecek bir şey yokmuş. Yani boş dolaplar işte… 2 tencere, 1 tava, 6 bardak (dikkatinizi çekeyim, 6, yani evi 7 kişilik diye kiraya veriyorlar ama bardak 6 tane), çay bardağı durumu daha vahim, 4 tane. Tabaklar fena değil, 8 tane falan var, çatal bıçaklar ise ayrı bir facia. Çatalların ucu küt, zeytine falan batmıyor, yani neredeyse kaşık gibi bişi. Bıçaklar zaten allahlık. Bunların dışında, hani bir yazlık evde mutlaka olmalı dediğiniz salata tabağı, küçük kaseler, tahta kaşık,  sebze doğrama tahtası, hiçbiri yok. Elbezi asmaya bi minik askı bile yok.

Çöp kutusu Mevlana’nın çöp kutusuymuş, o zamandan bu zamana biraz hırpalanmış tabi, güya lavabonun altındaki dolabın kapağını açınca kapağı açılarak dışarı gelecek ama kapak sadece yerinden şöyle bir kımıldıyor, üstelik tutacağı da yok. Zaten önce kapağın açılmadığını farketmedim de, attığım şey kapaktan sekip yere düşünce uyandım mevzuya. Onun da kapağını çıkararak çözdük olayı.

Derken çaydanlığı farkettim (aslında ingiliz evlerinde çaydanlık olmuyor ama bu Türk evi olduğu için, vardı). Çaydanlık su bardağından biraz daha büyük, demliği düşünün artık. Bizim evdeki çaydanlık bunun 3 katı ve biz 2 kişiyiz, adamların 7 kişiye koyduğu çaydanlığa bakar mısınız? Her sabah ve her akşam üstü üçer kere çay demlemek zorunda kaldım. 

Sıcak suya baktım, neyse, o akıyordu. Ama gece ablam yatmadan önce duşa girdiğinde sıcak su falan yoktu. Dedik “herhalde güneş ışığı tesisatı var, e güneş de battı tabi, sular hemen buz kesti, biz de eşek değiliz ya, gündüz alırız duşlarımızı”. Gündüz de eşeenkini aldık, töbe töbe. Ertesi gün, ilk kurban ablamdı. Boyunun ölçüsünü alıp çıktı duştan. Buz gibi suyla almış duşunu. Sonra babam şansını denedi. O da aynı. En son artık ben girdim. Sıcak su, sadece sıcağı açarsan akıyor, hem de neredeyse 2. dereceden yakacak derecede. Ilıtmak lazım. Ama mesele şu ki, su ılınmıyor, soğuyor. Yani ya haşlanacaksınız ya donacaksınız. Evdeki iki banyo da böyle. Ben ve annem soğuk suyla yıkanamayız, işte şimdi boku yedik, ama gene de şansımı deneyeyim, belki idare ederim, dedim. Gerçekten bi 10 dak. falan uğraşırsan soğuğa yakın ılık bir nokta yakalıyorsun. Eh, hiç yoktan iyidir.

Sonra, evde çamaşır askısı da olmadığını keşfettik. Yani şeytan diyor duvara 2 sıra 30 tane çivi çak, as donlarını oraya, töbe töbeee…

Derken, salonda gözüme bişi çarptı, 15x20 cm falan ekran gibi bişiyi olan, üstünde uzaylı gibi anteni falan olan bişi. Hayal meyal hatırladım. Çocukluğumda buna benzer bi televizyon vardı odamda, sakın bu… aaa… sahiden televizyonmuş. Birden internette gördüğüm bir başka ev geldi aklıma, bununla aynı fiyata, klima, bulaşık makinası falan zaten var da, televizyon için de “LCD, 100 bilmem kaç ekran, kablo tv (veya belki uydu idi), DVD player ve hatta zengin bir DVD arşivi” yazıyordu. O evin wi-fi’si de vardı. Gözlerim dolmaya başladı. Yaşlar akarken, elim titreyerek açtım televizyonu, tabi ki sadece 2-3 kanal gösteriyor, onu da karlı gösteriyor.

Neyse, akşam oldu, hava serinledi (buranın havası çok güzeldir, gündüz ne kadar sıcak olursa olsun geceleri üstünüze bir şey almadan oturamazsınız, dolayısıyla çok da rahat uyunur), yatacaz artık, çıktık odaya, bi baktık bizim odanın kapısı kapanmıyor, çünkü yatağın boyu duvardan uzun, iki yatağı birleştirsek, bu sefer birimiz duvara yapışık kalacak, ortaya çeksek oda daralacak, neyse kapatmayız kapıyı, çok da önemli değil, dedik. Yattık ama uyumak derseniz, o o kadar kolay olmadı. Biraz sonra anladım ki yol evin önünden falan değil, evin içinden geçiyor. Hele o motosikletler, kesinlikle üstümüzden geçiyor. Bir süre sonra uykuya dalmakla bayılmak arasında bi yerde, köpekler havlamaya başladı, derken onlar sustu, tam gene dalıyorum şen şakrak bir grup kahkahalar ata ata, bizim evin önünde bir süre sohbet ettiler, neredeyse  inip çay demleyecektim adamlara. Sonra bangır bangır müziği açmış bi araba son hızla geçti (artık normal geçen arabaları saymıyorum zaten), bu arada ablamın kedisi de gündüz uyuyup gece dolaşmayı tercih ettiği için, merdiven çıkışına konmuş sensörlü ışık bunun her geçişinde çat çat açılıyor, onun gündüz çıt çıt diye duyulan sesi gece beyninizi oyuyor. Bi de bu arada biri tuvalete kalktı mı yandık, çünkü ha evin musluklarından birini açmışınız ha Atatürk Barajı’nın kapaklarını, çıkan ses aynı. Tesisat bi tuhaf, yani gece dışarının bütün gürültüsüne bi de bu ses eklenince, tam süper oluyor.

Ancak ilginçtir, ertesi gece gayet güzel uyudum. Herhalde insan neyi ne kadar istediğiyle bağlantılı olarak (bu durumda, benim uyumayı çok istemem oluyor), bilinçaltında duyularını kontrol edebiliyor, yani hiçbir ses duymadım 2. gece, sadece bi ara köpekleri duydum, o kadar. Ancak tabi ilk gecenin o kadar gürültülü olmasında, cumartesi gecesi olmasının da etkisi var sanırım, bütün civar iller hafta sonu bu tarafa akıyor, her yer çok kalabalık oluyor. Dolayısıyla araç sayısı da çok artıyor. Ya da dediğim gibi, değişen hiçbir şey yok ama ben uyumak istediğimden bütün duyularımı kapattım.

Bütün bunlara rağmen, annemler çok mutlu, bunların hiç biri onlara batmıyor. Ya da en azından, bana battığı kadar batmıyor. Zaten her şeye rağmen, günlerimiz güzel geçiyordu. Annem her zamanki gibi mükemmel yemekler yapıyor, çay saatlerimiz bile boş geçmiyordu. Selaminin doğumgününde de pastasını yaptı, hatta bir gün limonlu parfe bile yaptı kadın. Birkaç gün akşam üstü sahildeki kafelere güneş batırmaya gittik, bir gün Şirince’ye gittik, bi akşam Kuşadası’nda çok güzel bir balık restorana gittik. Aralardaki boş vakitlerimizde de kağıt oynadık.

Yani birkaç gün sonra her şeye alıştık. Gerçi, Deniz annesinin evinden (onun yazlığı da bizim bu tuttuğumuz eve yakındı) bir sürü şey taşıdı, salata tabağı, borcam, tencereler, çatal bıçak, mixer, vantilatör, vb. Neticede belli düzeyde bi konfor sağladık.

Ev sahiplerimiz, her ne kadar ilk günler hepsini (baba-anne-kız-damat-çocuk) teker teker yolmak istediysem de, aslında pek düzgün, iyi insanlardı. Annem de evi çok beğendiği ve benim abarttığımı düşündüğü için, ben pek bir hamlede bulunamadım, ne zaman çemkirmeye kalksam, ablamla annem göğüslerini onlara siper ettiler. Sonradan annem kibar kibar minik sesiyle herşeyi söylemiş ama neyi ne kadar söyledi bilmiyorum artık.

Neticede kötü bir tatil değildi, sadece daha güzel olabilirdi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder