30 Temmuz 2012
Tatil Notları
İşte gene tatil zamanı.
Lalalalala… Tatilin herşeyini seviyorum. Yolda geçen zamanı, gittiğimiz yerde
geçen zamanı, iş yerinde olmamayı, olmadık şeyler yaşamayı ve sonra bunları
yazmayı, hepsini. Zaten her seferinde öyle şeyler oluyor ki, bazen düşünüyorum,
acaba bunlar tanrının bir cezası mı yoksa beni yazmaya teşvik etmek için lütfu
mu?
Annemlerle yıllardır
birlikte tatil yapmadık. Galiba en son Ege bebekken amcamların yazlığına
beraber gitmiştik. Ege 7 aylıktı, şimdi 17 yaşında, düşünün yani. Geçen sene
hep beraber ev kiralamaya heves etti annem, ama o zaman ayarlayamamıştık, bu
sene başardık.
Beriller son birkaç
senedir İngilizler’den yazlık kiraladığı ve çok memnun kaldığı için ondan
yazlık evler bulabileceğimiz internet sitelerinin adreslerini aldım. Fakat
sorun şu ki, bu operasyon için çok geç kalmıştık. Temmuz’un 14’ü için Temmuz
başında tırmalamaya başladık, bunun sebebi de ablamların geçen sene kiraladığı
ve çok memnun kaldığı evi tekrar kiralamaya çalışıp kiralayamamalarıydı. Bunun
için de ev sahibinden haber beklendi falan derken, kendimizi temmuz başında
bulduk. Panik halde internet sitelerini araştırmaya başladık ama doğal olarak o
zamana doğru düzgün ev mev kalmamıştı.
Şunu üzülerek ve
utanarak itiraf etmem gerekir ki, Türkiye’de yazlık ev kiralayacaksan
İngilizlerden kiralayacaksın. Bi kere eve Türkler gibi kışlık evlerinin
eskilerini koymuyorlar. Bütün eşyalar pırıl pırıl oluyor ve onların
öncelikleri, standart bir Türk insanının önceliklerinden farklı olduğu için,
evleri çok daha kullanışlı, konforlu ve ekipe oluyor. En azından 2-3 düzgün
banyosu (hilton lavabo tarzında, banyo dolapları olan, duşa kabinli), kliması,
bulaşık makinesi, falan oluyor. Hele “8-10 kişi için için uygun” yazdığı zaman
sitesine, “lan bu eve bulaşık makinası koymazsam öküzlük etmiş olurum, 10
kişinin bulaşığıyla yazlıkta uğraşılır mı” diyor. Odalarda dolap illa ki
oluyor, ”yav şimdi insanlar gelecek, yerleşecek, e eşyalarını koyacak bi dolap
lazım, valizlerin içinde yaşayacak değil ya, mülteci mi lan bunlar” diyor keko.
“E akşam üstünden çıkanı koyacağı bi sandalye en azında koyayım odalara” da
diyor. Yani özet olarak İngiliz’in, evini kiralayan kişiye bi saygısı var. Onu
mümkün olduğu kadar memnun etmeye çalışıyor. Bunun karşılığını da alıyor tabi,
evleri hiç ucuz değil ama ev kiralayarak tatil yapmak istiyorsan, kesinlikle
ideal.
Ben de bunları bildiğim
için Beril’den o sitelerin adreslerini aldım. Doğal olarak oradan bulduğumuz
evlerin sahiplerinin İngiliz olduğunu varsayıyoruz, katiyen Türk geni karışmış
bir şey istemiyoruz. Ancak dediğim gibi, çok geç kalmıştık, “umduğumuzu değil,
bulduğumuzu” diyerek, dış görünüşü fotoğrafta pek de bir şeye benzemeyen ama
sahibi İngiliz olduğu için içinin mükemmel olduğunu düşündüğümüz bir ev bulduk.
Hemen bağlantı kuruldu, tamam tutuyoruz, dedik, ama bilin bakalım ne? Sahibi
Türk çıktı. Zaten internetteki resimlerde görünen koltukların arkalarında,
üçgen şeklindeki örtülerden bi işkillendiydim ama, gereğinden fazla hassas
ingilizin biri aklınca jest yapmış herhalde, demiştim. Sonra, canım Türk bile
olsa, ingiliz sitesinden ilan verdiğine göre, belli standartları olmalı, yoksa
niye oradan versin, üstelik diğerleriyle aynı fiyata, öküz mü bu? Dedik ama,
ben internetteki ilanda bulaşık makinası yazmadığını farkettim. Ablama
söyledim, hemen sahibini aradı, sahiden yokmuş. Hafif bi sarsıntı geçirdik
tabi, yani 7-8 kişi olacağız ve bulaşık makinası yok. Neyse, dedik, olsun, dert
değil, hallederiz. Ayrıca, “hiç moralimizi bozmuyoruz, senelerdir ilk defa annemlerle
tatile gidiyoruz, herşey çok güzel olacak” da dedik. İlanda klima da yazmıyordu
ama, ben “yok artık, ilana yazmayı unutmuşlardır, olur mu canım, bu kadar
paraya klima olmaması olur mu hiç” dedim kendi kendime.
Çıktık yola.
Sabahın köründe ayaklanmış
olmanın sonucu olarak, önce Ege’yi, sonra Deniz’i, son olarak da ablamı
ısırmamın dışında, yolculuk gayet iyiydi, zaten arabamızla geldik, bir sorun,
sıkıntı, vb yaşamadık, ben halkım sayesinde otobüs yolculuklarında ne
yaşıyorsam yaşıyorum. Buradan dönüşüm de gene otobüsle olacak. Heyecanla
bekliyorum.
Eve intikal
ettiğimizde, akşam saat 6 civarı falandı. Dıştan görünüş aynı fotoğraftaki
gibi, sürpriz yok. Yola 1,5 metre, bu sanki biraz sorun olabilir gibi geldi
bana ama du bakalım, dedim. Burası bir site değil, yan yana 4 ev, bi de arkada
1 ev daha var. Hepsi aynı ve sahipleri de aynı. Yaşlıca hoş bir adam.
Evleriyle, sütunları, plastik pergulasıyla falan gurur duyuyor belli ki. Bizim
kiraladığımız ev kızınınmış. Kızının kocası Fransız, ama İngiltere’de
yaşıyorlar. İngilizlerle tek bağlantı bu. Bütün eşyalar İngiltere’den gelmiş
ama görseniz, bizim Siteler’den alınmış gibi.
Neyse, girdik eve.
Mutfak güzel ama biraz
küçük.
Salon geniş, güzel.
Klima yok.
Klima YOK?
Ben hemen diğer odalara
bakmaya yukarılara çıktım, odalar geniş, güzel ama hiç birinde klima yok.
Çatıdaki odada bile yok, ben gene saf saf “herhalde yalıtımı mükemmel
yaptırdılar ki klimaya ihtiyaç yok” diye düşünecektim ki kendimi durdurdum.
Evin içinde hiç de öyle mükemmel yalıtımlı bir ev serinliği falan yoktu. Artık
hafiften gerilmeye başladım.
Aşağı inerken merdiven
arasındaki pencerede sineklik olmadığını farkettim, gözlerim hafif büyüdü, o
pencereyi kapatıp panik halde tekrar odalara çıkıp pencereleri kontrol ettim,
allahtan 1-2 pencere dışında diğer pencerelerde ve balkon kapılarında sineklik
var.
Tekrar aşağı inerken
odalarda bi tuhaflık hissettiğimi farkettim, tekrar yukarı çıktım, odanın
birinde bayağı yatak odası takımı var, dolap, şifoniyer, komodinler falan,
güzel, diğer odada 1 adet komodin var, bu hızlı düşüş hayra alamet değildi tabi
ki, diğer 2 odada hiçbir şey yok, sadece yataklar var. Kapıların arkasında askı
bile yok (sonradan pazardan tanesini 1 liraya aldık, 1 lira!). Yani akşam
üstündekileri çıkarıp yere atacan.
Aşağı indim, Annem son
derece beğeniyle evi dolaşıyor, bayıldı eve, yani Türk standartlarına göre
evet, ev çok güzel de… Bi de bana “Ege’nin odasındaki teras kapısında tel yok”
demez mi? Ege çatıdaki odayı seçmişti, tekrar yukarı çıktım, baktım o katta 2
kapı var, birinde sahiden tel yok ama öbüründe var. Tam aşağıya inerken gene
içimi bişi kemirdi, geri dönüp bi baktım, pencerede perde yok, yani perde
olmadığı gibi, alıp asayım desen, ray ya da benzer bişi de yok. Eh n’apalım,
dedim, gençtir, güneş müneş ona vız gelir, uyur herhalde.
Bu kimin kabusu acaba?
Yukarıya her çıkışımın inişi daha travmatik oluyor.
Evde 3 tuvalet ve 2
banyo var. Böyle yazınca insana çok hoş geliyor ama; bizim kattaki lavabonun
yanlarında hani şöyle diş fırçası bardağını koyacak bir yer bile yok, aynanın
kenarında toplamı 25 cm2 olan ince uzun minik bi dolap var ve bu tuvaleti o
kattaki 6 kişi kullanacak, hani odalarında dolap, komodin, şifoniyer, sehpa vb.
bir şey olmayan kişiler. Hadi onu yapmıyorsun, bari banyoyu zengin tut di mi?
Bu kadınlar makyaj malzemelerini, fırçalarını, parfümlerini, erkekler traş
malzemelerini vb nereye koyacak? Ayrıca havlu asacak yer de yok, yani kapı
arkasında falan, hani şu 1 lira olanlardan. Ayrıca, doğru düzgün temizlik de
yapılmamış. Yani klozet falan temiz de, ayna, lavabonun kenarları falan
silinmemişti. Aslında temizlik yapan, evde sadece yerleri silmiş sanırım,
salonda büfenin üstünde falan 1 karış toz vardı. Dolaplar da öyle, hem içleri
hem dışları tozluydu.
Evet, salonda büfe ve
vitrin var?! Yani yazlığa vitrine koyacak kristalleri veya biblolarıyla kim
gelir allahaşkına? Onların yerine her odaya iyi kötü birer dolap koysa çok daha
iyiymiş.
Hala sinirlenmemeye
çalışıyorum ama hafiften morarmaya başladım yani.
Mutfak dolaplarını
kontrol edeyim dedim. Kontrol edecek bir şey yokmuş. Yani boş dolaplar işte… 2
tencere, 1 tava, 6 bardak (dikkatinizi çekeyim, 6, yani evi 7 kişilik diye
kiraya veriyorlar ama bardak 6 tane), çay bardağı durumu daha vahim, 4 tane.
Tabaklar fena değil, 8 tane falan var, çatal bıçaklar ise ayrı bir facia.
Çatalların ucu küt, zeytine falan batmıyor, yani neredeyse kaşık gibi bişi.
Bıçaklar zaten allahlık. Bunların dışında, hani bir yazlık evde mutlaka olmalı
dediğiniz salata tabağı, küçük kaseler, tahta kaşık, sebze doğrama tahtası, hiçbiri yok. Elbezi
asmaya bi minik askı bile yok.
Çöp kutusu Mevlana’nın
çöp kutusuymuş, o zamandan bu zamana biraz hırpalanmış tabi, güya lavabonun
altındaki dolabın kapağını açınca kapağı açılarak dışarı gelecek ama kapak
sadece yerinden şöyle bir kımıldıyor, üstelik tutacağı da yok. Zaten önce
kapağın açılmadığını farketmedim de, attığım şey kapaktan sekip yere düşünce
uyandım mevzuya. Onun da kapağını çıkararak çözdük olayı.
Derken çaydanlığı
farkettim (aslında ingiliz evlerinde çaydanlık olmuyor ama bu Türk evi olduğu
için, vardı). Çaydanlık su bardağından biraz daha büyük, demliği düşünün artık.
Bizim evdeki çaydanlık bunun 3 katı ve biz 2 kişiyiz, adamların 7 kişiye
koyduğu çaydanlığa bakar mısınız? Her sabah ve her akşam üstü üçer kere çay
demlemek zorunda kaldım.
Sıcak suya baktım,
neyse, o akıyordu. Ama gece ablam yatmadan önce duşa girdiğinde sıcak su falan
yoktu. Dedik “herhalde güneş ışığı tesisatı var, e güneş de battı tabi, sular
hemen buz kesti, biz de eşek değiliz ya, gündüz alırız duşlarımızı”. Gündüz de
eşeenkini aldık, töbe töbe. Ertesi gün, ilk kurban ablamdı. Boyunun ölçüsünü
alıp çıktı duştan. Buz gibi suyla almış duşunu. Sonra babam şansını denedi. O
da aynı. En son artık ben girdim. Sıcak su, sadece sıcağı açarsan akıyor, hem
de neredeyse 2. dereceden yakacak derecede. Ilıtmak lazım. Ama mesele şu ki, su
ılınmıyor, soğuyor. Yani ya haşlanacaksınız ya donacaksınız. Evdeki iki banyo
da böyle. Ben ve annem soğuk suyla yıkanamayız, işte şimdi boku yedik, ama gene
de şansımı deneyeyim, belki idare ederim, dedim. Gerçekten bi 10 dak. falan
uğraşırsan soğuğa yakın ılık bir nokta yakalıyorsun. Eh, hiç yoktan iyidir.
Sonra, evde çamaşır
askısı da olmadığını keşfettik. Yani şeytan diyor duvara 2 sıra 30 tane çivi
çak, as donlarını oraya, töbe töbeee…
Derken, salonda gözüme
bişi çarptı, 15x20 cm falan ekran gibi bişiyi olan, üstünde uzaylı gibi anteni
falan olan bişi. Hayal meyal hatırladım. Çocukluğumda buna benzer bi televizyon
vardı odamda, sakın bu… aaa… sahiden televizyonmuş. Birden internette gördüğüm
bir başka ev geldi aklıma, bununla aynı fiyata, klima, bulaşık makinası falan
zaten var da, televizyon için de “LCD, 100 bilmem kaç ekran, kablo tv (veya
belki uydu idi), DVD player ve hatta zengin bir DVD arşivi” yazıyordu. O evin
wi-fi’si de vardı. Gözlerim dolmaya başladı. Yaşlar akarken, elim titreyerek
açtım televizyonu, tabi ki sadece 2-3 kanal gösteriyor, onu da karlı
gösteriyor.
Neyse, akşam oldu, hava
serinledi (buranın havası çok güzeldir, gündüz ne kadar sıcak olursa olsun
geceleri üstünüze bir şey almadan oturamazsınız, dolayısıyla çok da rahat
uyunur), yatacaz artık, çıktık odaya, bi baktık bizim odanın kapısı kapanmıyor,
çünkü yatağın boyu duvardan uzun, iki yatağı birleştirsek, bu sefer birimiz
duvara yapışık kalacak, ortaya çeksek oda daralacak, neyse kapatmayız kapıyı,
çok da önemli değil, dedik. Yattık ama uyumak derseniz, o o kadar kolay olmadı.
Biraz sonra anladım ki yol evin önünden falan değil, evin içinden geçiyor. Hele
o motosikletler, kesinlikle üstümüzden geçiyor. Bir süre sonra uykuya dalmakla
bayılmak arasında bi yerde, köpekler havlamaya başladı, derken onlar sustu, tam
gene dalıyorum şen şakrak bir grup kahkahalar ata ata, bizim evin önünde bir
süre sohbet ettiler, neredeyse inip çay
demleyecektim adamlara. Sonra bangır bangır müziği açmış bi araba son hızla
geçti (artık normal geçen arabaları saymıyorum zaten), bu arada ablamın kedisi
de gündüz uyuyup gece dolaşmayı tercih ettiği için, merdiven çıkışına konmuş
sensörlü ışık bunun her geçişinde çat çat açılıyor, onun gündüz çıt çıt diye
duyulan sesi gece beyninizi oyuyor. Bi de bu arada biri tuvalete kalktı mı
yandık, çünkü ha evin musluklarından birini açmışınız ha Atatürk Barajı’nın
kapaklarını, çıkan ses aynı. Tesisat bi tuhaf, yani gece dışarının bütün
gürültüsüne bi de bu ses eklenince, tam süper oluyor.
Ancak ilginçtir, ertesi
gece gayet güzel uyudum. Herhalde insan neyi ne kadar istediğiyle bağlantılı
olarak (bu durumda, benim uyumayı çok istemem oluyor), bilinçaltında duyularını
kontrol edebiliyor, yani hiçbir ses duymadım 2. gece, sadece bi ara köpekleri
duydum, o kadar. Ancak tabi ilk gecenin o kadar gürültülü olmasında, cumartesi
gecesi olmasının da etkisi var sanırım, bütün civar iller hafta sonu bu tarafa
akıyor, her yer çok kalabalık oluyor. Dolayısıyla araç sayısı da çok artıyor.
Ya da dediğim gibi, değişen hiçbir şey yok ama ben uyumak istediğimden bütün
duyularımı kapattım.
Bütün bunlara rağmen,
annemler çok mutlu, bunların hiç biri onlara batmıyor. Ya da en azından, bana battığı
kadar batmıyor. Zaten her şeye rağmen, günlerimiz güzel geçiyordu. Annem her
zamanki gibi mükemmel yemekler yapıyor, çay saatlerimiz bile boş geçmiyordu. Selaminin
doğumgününde de pastasını yaptı, hatta bir gün limonlu parfe bile yaptı kadın.
Birkaç gün akşam üstü sahildeki kafelere güneş batırmaya gittik, bir gün
Şirince’ye gittik, bi akşam Kuşadası’nda çok güzel bir balık restorana gittik.
Aralardaki boş vakitlerimizde de kağıt oynadık.
Yani birkaç gün sonra
her şeye alıştık. Gerçi, Deniz annesinin evinden (onun yazlığı da bizim bu
tuttuğumuz eve yakındı) bir sürü şey taşıdı, salata tabağı, borcam, tencereler,
çatal bıçak, mixer, vantilatör, vb. Neticede belli düzeyde bi konfor sağladık.
Ev sahiplerimiz, her ne
kadar ilk günler hepsini (baba-anne-kız-damat-çocuk) teker teker yolmak
istediysem de, aslında pek düzgün, iyi insanlardı. Annem de evi çok beğendiği
ve benim abarttığımı düşündüğü için, ben pek bir hamlede bulunamadım, ne zaman
çemkirmeye kalksam, ablamla annem göğüslerini onlara siper ettiler. Sonradan
annem kibar kibar minik sesiyle herşeyi söylemiş ama neyi ne kadar söyledi bilmiyorum
artık.
Neticede kötü bir tatil
değildi, sadece daha güzel olabilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder