MALEZYA NOTLARI
Aşağıdaki
notlarımı okuyan bazı arkadaşlarım kim kimdir anlamamış, e normal tabi, ben
beni tanıyan herkesin bunları bildiğini zannediyorum ama kazın ayağı öyle
değil. Bu geziye ben, ablam ve ablamın iş yerinden bir arkadaşı olan Demet ile
birlikte gittik. Ablamla Demet’in
bakanlıktan çok yakın arkadaşları olan Serap, geçen sene Türkiye’nin Kuala Lumpur (Aslında Putra Jaya denmesi lazım, okuyunca anlayacaksınız) Büyükelçisi oldu, biz de onun yanına gittik. Benim niyetim yoktu aslında ama babam “kızım, burası ayak altı bir yer değil ki başka zaman gidesin, bu fırsatı kaçırma, yol paranı ben öderim” diyince, bunca ısrara dayanamayıp “gideyim bari” dedim, çok da iyi yapmışım.
bakanlıktan çok yakın arkadaşları olan Serap, geçen sene Türkiye’nin Kuala Lumpur (Aslında Putra Jaya denmesi lazım, okuyunca anlayacaksınız) Büyükelçisi oldu, biz de onun yanına gittik. Benim niyetim yoktu aslında ama babam “kızım, burası ayak altı bir yer değil ki başka zaman gidesin, bu fırsatı kaçırma, yol paranı ben öderim” diyince, bunca ısrara dayanamayıp “gideyim bari” dedim, çok da iyi yapmışım.
12
Kasım 2010
Nihayet
o gün geldi. Malezya’ya gidiyoruz. Ablamla beraber havaalanında Demet ile
buluştuk. Kontroller, kapılar, vb, nihayet uçağımıza bindik. Koltuklar ekranlı,
hemen açıp neler izleyebileceğimizi keşfetmek için bi hamle yaptık ancak, dakka
bir gol bir, Demet ile benim ekranlarımız çalışmadı. Teknoloji olayı tavan
yapmış durumda, ekranlar dokunmatik falan ama, efendim bilmem kaç saatlik
uçuştan gelmişlermiş, ekranlar ısındığı için parmağın sıcaklığına
hassasiyetleri azalmışmış, kalkıştan sonra düzelirmiş, falan falan. Bu arada
ablamın ekranı cayır cayır çalışıyor, Demet’e “yanındakine söyler misin, kulaklığından
gelen sesten rahatsız oluyorum” dedim ama pek iplemedi. Tabi kalkıştan sonra da
çalışmadı ekranlar, sonunda ablam da vicdan yaptı ve kendi ekranını kapadı, biz
tabi “aaa, aman canııım, sen seyret, biz bakarız” dedik, yemedi. Bir süre sonra
ben dokunmatik denemeyi bırakıp çakma yöntemine geçince çalıştılar, hepimiz
huzura erdik. Bunun ne önemi var demeyin, 4 saatlik uçuşta çok önemli, üstelik
biz kucağımızda ekranlar, televizyonlarla doğduğumuz için, başka türlüsünü
düşünemiyoruz. Hem madem koymuşlar, çalıştırsınlar kardeşim.
Derken
yemek servisi başladı. Biz ikinci sıradayız, yani bize sıra gelmesi ne kadar
sürebilir ki? Sonradan değerlendirdiğimizde, hosteslikte ilk günü olduğuna ve
doğduğunda doktorun onu kafa üstü düşürdüğüne kesinlikle emin olduğumuz cin
gibi hostesin şanssızlığı, bütün zarif ve akıllıca hareketlerini ablamın
dibinde yapıyor olmasıydı. Bir kaç kere ablam tırnaklarını kızcağıza geçirmek
üzereyken, üstüne oturmak suretiyle engelledik, en son “bırakın, servisi ben
yapacam” diye bağırıyordu. 20 dakika kadar geçtikten sonra, kızcağız birinci
sıradaki 6 kişinin servisini tamamlayıp, bize gelebilmişti.
Neyse,
öyle böyle derken, aktarma durağımız Katar’ın başkenti Doha’ya indik, körüğe
doğru gittiğimizi sanırken, uçak otopark gibi bir yere yanaştı, vallahi dalga
geçmiyorum, 3-5 metre ötede bir sürü arabanın park ettiği bir yerde durduk. Bi
kere, elbetteki körüğe yanaşmadık, uçaktan inip otobüse bineceğiz, anladık ama,
merdivenlerden bi indik, merdivenin dibinde, gerçek anlamda dibinde, yolcunun
biri için bir taksi bekliyor. Allaam, gerçekten doğudaydık. Neyse, bindik
otobüse, terminal binasına geldik, transit yolcu kuyruğuna girdik, ortalık
oldukça kalabalık, bi harala güreledir gidiyor, yan tarafta da ekranlar var,
hani şu uçaklarla ilgili bilgi veren ekranlar. Biz sakin sakin, efendiden
kuyrukta ilerlerken, ablam birden “last call diyor, Manila uçağı kalkmak üzere,
uçağı kaçıracağız” diye feryat etmeye başladı, Demet hemen atladı, bi
görevlinin yakasına yapıştı, biletimizi gözüne sokarak “bizi öne alın, uçağımız
last call yapıyor” dedi, adam bilete bakıyor, “hanfendi, 1 saatten fazla
vaktiniz var, kaçırmazsınız, merak etmeyin” diyor ama Ablamla Demet yer mi
bunu, inatla uçağımızı kaçırmak üzere olduğumuza adamı ikna etmeye
çalışıyorlar, adam sonunda “iyi tamam geçin” dedi. Bütün bunlar olurken ben de
arkadan “durun, ne yapıyorsunuz, Manila’ya gitmiyoruz ki, Kuala Lumpur’a
gidiyoruz, sakin olun, daha vaktimiz var, Manila’ya gitmiyoruz” diyerek
dikkatlerini çekmeye çalışıyorum ama baktım Yalova Kaymakamı pozisyonundayım,
kendi hallerine bıraktım. Nihayet, görevli “geçin bari” deyip, biz 3-5 kişiyi
parçalayarak önlerine geçtikten sonra Demet birden “Ne Manilası ya? Manila
nerden çıktı?” dedi. Oh, çok şükür, biri uyandı. Orada gülmekten gözlerimizden
yaş geldi. “Ben söylemeye çalıştım ama dinlemediniz, niye beni
dinlemiyorsunuz?” dedim, ben küçükmüşüm, nereden bilecekmişim??? Neyse, kontrol
noktasına geldik, Demet, batıdaki bütün havaalanlarının bütün kontrol
noktalarında olduğu gibi, x-ray’den geçmeden önce kemerini çıkarmaya hamle
etti, görevli adam “gerek yok” anlamında bir işaret yaptı, sonra laptopını
çantasından çıkarmaya uğraşırken aynı görevli, eliyle sinirli bi şekilde,
altında “nedir bu salak batılılardan çektiğimiz” düşüncesi olduğu belli olan,
“geç geeeeç” hareketi yaparak bizi oradan kovaladı. Kendimizi öbür tarafa dar
attık.
Doha’da
fazla beklemedik, 1 saat kadar sonra Kuala Lumpur uçağımızda koltuklarımıza
yerleşmiştik. Neyse ki bu sefer ekranların kumandaları kabloluydu ve gayet güzel
çalışıyordu. Hayır yani bu uçuş 7 buçuk saat, biraz uyunur falan ama ekransız,
filimsiz zaman geçmez ki...
Uçağımız
13 Kasım sabahı (Malezya bizden 6 saat ilerde) saat 8.30 civarında Kuala
Lumpur’a indi. Uçak inerken aşağıda uçsuz bucaksız palmiye ormanı çok güzel
görünüyordu, denizyıldızı denizi gibi. Burada körük vardı ve körüğün çıkışında
Serap bizi bekliyordu. Sarılmalar, öpüşmelerden sonra valizlerimizi aldık, ve
tabi ki tuvalet molası. Tuvaletler fena değil, temiz, geniş ama bi girdim,
duvarda bi elduşu??? Zaten nereye gitsem bu tuvalet olayından ilk darbeyi
yerim, batıda taharet musluğu yoktur, insanın içini suyla doldurmaya çalışan
bideler vardır, doğuda da, anasını satayım, duş koymuşlar, bildiğin, duvardaki
kelepçeye tutturulmuş, başı normal duşlardan biraz daha küçük bir elduşu.
Utanmasalar birer de tellak koyacaklar tuvaletlere, töbe töbe. Bunların bizim
güzelim taharet musluğu ile ne alıp veremedikleri var anlamıyorum ki! Yani
havaalanında ister bide, ister duş, ister taharet musluğu olsun,
kullanacağımdan değil ama, her yerdeki tuvaletleri böyle. Ve tabi ki doğal
olarak bütün tuvaletlerin yerleri ıslak. Biraz boktan bir muhabbet oldu ama
bunu söylemeden geçemezdim.
Neyse,
sonunda dışarı çıktık. Ya da belki hamama girdik demeliyim. Nem inanılmaz, hava
değil de su soluyormuş gibi, kıyafetlerin üstüne yapışması da cabası. Arabanın
yanına geldik, bana “öne sen otur” dediler, ben de sağ taraftaki kapıya doğru
gittim. Serap “arabayı sen mi kullanacaksın?” deyince şoför mahalline hamle
ettiğimi anladım. Meğer burada (ve Çin hariç bütün Asya’da) trafik soldan
akarmış. Serap alışmış ama, bizim gibi alışması gerekmeyen turistler için çok
aykırı bir durum. Sokaklarda karşıdan karşıya falan geçerken bizler ilkokulda
öğrendiğimiz gibi sola bakıp adımımızı atıyoruz, zavallı Serap kendini yırtıyor
“öbür tarafa bakıııın” diye, alışveriş merkezlerinde de ne zaman yürüyen
merdivene yönelsek, yanlış taraftan binmeye çalışmayalım diye bizi kollamaya
çalışmaktan helak oldu, ben bizzat kendim 3-5 kere kendisi tarafından kolumdan
tutulup çekiştirilmek suretiyle sola doğru savruldum. Neyse, konuyu
dağıtmayalım, henüz havaalanındaydık. Devam ediyorum. Arabaya yerleştik, KL’e
doğru yola çıktık. Serap bize bazı bilgiler vermeye başladı, havaalanı Putra
Jaya’ya daha yakın olmak üzere, Putra Jaya ile KL arasındaymış, falan. Bu
arada, 10 yıl kadar önce Malezya’nın başkenti Putra Jaya olmuş, bütün devlet
daireleri oraya taşınmış ama büyükelçiliklerden oraya giden olmamış henüz. Bu
noktada, başta google ve vikipedi olmak üzere bütün internet dünyasını şiddetle
kınıyorum, onca araştırmalarım sırasında bununla ilgili tek bir bilgiye
rastlamadım, her yerde Malezya’nın başkenti olarak KL geçiyor.
Havaalanından
çıktık, az sonra ablam “buralar nereler?” diye sordu.
-
Putra Jaya’nın dış mahalleleri denebilir, dedi
Serap.
-
Biz Putra Jaya’ya mı gidiyoruz?
-
Hayır, Kuala Lumpur’a gidiyoruz
-
KL Putra Jaya’dan sonra mı?
-
Hayır, havaalanı ikisinin arasında... diye
açıklamaya çalışan Serap’ın sabrına hayran kaldım valla. Uykusuzluk böyle bir
şey herhalde, yoksa ablam akıllı kadındır.
Eve
vardık. Yani residansa. Güzel, büyük, havuzlu bir ev. Bir sürü odası, her
odanın kendi tuvaleti, banyosu, kliması falan var. Evde toplam 10-12 tane klima
var zaten. Ablamla ben bir odaya, Demet başka bir odaya yerleşti. Biraz oturup
dinlendik, kahvaltımızı ettik, sonra 2 saat kadar uyuduk. Kalkınca Serap bizi
şehrin merkezine götürdü. KL ormanın içinde bir şehir, alan az olduğu için
yukarı doğru büyüyor, kocaman, gerçekten kocaman apartmanlar var, condominium
diyorlar, bir tanesi 1 kasaba ahalisini alabilir. Binaların altında otoparkları
var, hem yerin altında hem de yerin üstünde ilk bir kaç katları otopark. Yani
otopark problemi yok ama trafik problemi var. Araba çok ucuz olduğu için
herkesin arabası var, 1 depo da 100 ringgit’e doluyor (yaklaşık 50 TL). Aynı
sebepten, yani alan dar olduğu için caddeler, sokaklar da dar. Cadde denen pek
çok yol 2 şerit; 1 gidiş 1 geliş. Çok lüks arabalar da var, Lotus, Lamboghini
falan, ama Türkiye’de bu arabaları alışveriş merkezlerinin önünde pek
göremezsin, burada görüyorsun.
Bir
ek bilgi: Burada Bakanlar yerli üretim araba (Proton) kullanmak zorundaymış.
Otoparkın
birinde bi baktım, arabaların sileceklerini kaldırmışlar, genellikle bir kış
görüntüsü olduğu için komiğime gitti. Burada da sıcaktan eriyip cama yapışmasın
diye kaldırıyorlarmış, herkesin derdi ayrı.
Muson
mevsimindeymişiz,
her gün, günde 2 kere falan yağmur yağıyor, 2-3 gün yağmur yağmasa millet “uzun
zamandır yağmur yağmıyor” diyormuş. Hava hep 25-35 derece arası, yani mevsim
diye bir şey yok, sadece muson yağmurlarının yağdığı mevsim ve yağmadığı mevsim
var. 25-35 çok bi derece değil ama nemden 45-55 gibi algılıyor insan. Hava da
hep bulutlu, kapalı, güneş pek görünmüyor. KL dünyada en çok şimşek çakan 2.
yermiş. Birincisini kimse bilmiyor.
Petronas
Kuleleri’nin altına gittik, gerçekten çok heybetli görünüyorlar. Ama çıkmadık
çünkü sabah 5’te falan millet sıraya giriyormuş ve de zaten en tepesine değil
42. kattaki köprüye kadar çıkarıyorlarmış. Merci, dedik, almayalım, KL’i
tepeden görüp n’olacak? Altındaki AVM’ye girdik, şöyle bir turlayıp çıktık.
Harrods, Louis Vuitton, Harley Davidson mağazaları falan var, maaşallah hiç bir
şeyden geri kalmamışlar. Dışarısı ne kadar sıcaksa, kapalı alanlar da o kadar
soğuk, yani resmen, basbayağı soğuk. Malezya’da bulunduğumuz süre boyunca
hırkalarımızı hep yanımızda taşıdık yoksa kapalı yerlerde kıçımız ve
içindekiler donuyordu.
Şehirde
bir sürü inşaat var, o dar yerlere kocaman inşaat araçlarını nasıl sokmuşlar,
anlaşılır gibi değil. Ve en ilginci, yağışların bolluğundan olsa gerek, bu
kadar inşaata rağmen toz yok. İnşaatların bir önemli etkisi de, ormanın bir
parçasını kazarak işe başladıkları için, o yerde ne kadar börtü böcek, yılan,
çıyan vb. varsa, hepsinin çevre bahçelere kaçması. Hö! Bir ürperti geldi, hatta
bayılma hissi, çünkü residansın yanında da bir inşaat var, yanağım seyirmeye
başladı, tansiyonum düştü, rengim attı, neyse ki residansın bahçesi habire
ilaçlanıyormuş, bahçedeki kediler de fareleri falan avlıyormuş, allaam, bok mu
vardı buralara geldik, gül gibi evimizin nesi vardı ki? Gerçi Ankara’da
gördüğüm hamamfatmalarının bir tekini bile orada görmedim ama, o görebilme
ihtimali var ya, işte insanı yiyip bitiren o. Bu arada, kedi dedim de, buradaki
kedilerin kuyrukları kısa ve küt, kesik gibi, hatta ablam evdeki kediyi ilk
gördüğünde “ay yazık, kuyruğu kopmuş, kavga falan mı etti?” dedi, meğer
buradaki kedilerin hepsi öyleymiş.
Pazar
günü, bir alışveriş merkezinde dolaşırken, Serap 2 hanımla merhabalaştı, bizi
tanıştırdı, kadınlardan biri sevimli ve sıcaktı, diğeri soğuk ve mesafeli.
Meğer hanım Kamboçya Prensesi imiş, Serap’ın oradaki en iyi arkadaşı denebilir.
Kendisi burada Kamboçya Büyükelçisi, kocası Prens ise ülkelerinde Başbakan Yardımcısı’ymış.
Diyeceksiniz ki “eeee?”. E’si sağlık, ilk defa bir prensesle tanışıyorum da,
yazayım dedim.
Serap
bize “durian” diye bir meyveden bahsetti, görüntüsü ananası andırıyormuş ancak
o kadar yoğun bir kokusu varmış ki, marketlere, lokantalara ve otellere girmesi
yasaklanmış. Bu meyveyi yiyen ya çok seviyormuş ya da nefret ediyormuş. Biz
tabi merak ettik bunu. Kendisini yiyemesek bile, dondurması varmış, durianlı
dondurma yiyelim dedik, bir fikrimiz olur. Yav millet, inanmayacaksınız ama,
resmen soğan kokuyordu. Zaten 1 külaha 2 top almıştık, herkes birer lokma
tadına baktı, resmen ağzımızda soğan tadı bıraktı, 2 saat de geçmedi, berbat
bir şeydi. Orada yediğim en berbat, aslında tek berbat şeydi.
Bu
arada, buradaki ilk yabancı iletişimim gerçekleştiğinde, allaam, ben
ingilizceyi hepten unuttum herhalde, dedim. Yahu tek kelime bile mi anlamaz
insan? Bambaşka bir dil gibi, 2, bazen 3 kere tekrarlatmadan anlamıyorum. Bi de
hızlı konuşuyorlar. Allahtan Serap zamanla alışıldığını söyledi, yani sorun
bende değil, onlarda. Malezyalılar ingilizceyi o kadar özgünleştirmişler ki,
adına Manglish deniyormuş.
Ertesi
gün (Pazartesi günü) Serap elçiliğe gitti. Orada bizdeki gibi uzun değilmiş
bayram, sadece 1 gün işyerleri kapalıymış. Halbuki ben dini bayramların her
yerde, yani her müslüman yerde aynı olduğunu sanırdım, alakası yok, burası
Şeriat Mahkemeleri’nin falan olduğu, katı müslüman kuralların (müslümanlar
için) geçerli olduğu bir ülke olmasına rağmen, bayram sadece 1 gün. O da
Çarşamba idi, yani bizdeki ilk gün (Salı) bile değil.
Serap
işe giderken, o gün bizi gezdirmesi için birini yollayacağını söyledi. Adam geç
geldi, ben sinirlendim tabi, benim şoförüm hiç geç kalmaz. Sonunda geldi, Ahmet
isimli bir Türk, 5 senedir burada yaşıyormuş, Malay bir karısı varmış. Serap
zaman zaman onu tutuyormuş, kiralık şoför/rehber gibi bir şey yani. Neden geç
kaldığını da açıkladı, cezaevinde 4 Türk varmış, aileleri onlara Bayram parası
yollamış, hem onları ziyarete hem de paralarını vermeye gitmiş. İşin kötüsü
bunlar ülkeye uyuşturucu sokmaktan yatıyorlarmış. Malezya’da ülkeye uyuşturucu
madde sokmanın cezası idam. Ahmet Bey, bunlardan üçünün gerçekten bilmeden bu
işe bulaştığına ikna olduklarını söyledi. Zaten 18-20 yaşlarında gencecik
çocuklarmış. İdamdan kurtarmaya çalışıyorlar ama...
Ahmet
Bey bizi önce Kuş Parkı’na götürdü. Burası dünyanın en büyük, kuşların ortalıkta
dolaştığı ve gezilebilen kuş parkıymış. Rengarenk, çeşit çeşit, boy boy kuş
gördük, Hornbill (nesli tükenmekte olan, anavatanı Borneo olan bir cins kuş)
dahil. Gezmeye yeni başlamıştık ki, ablam “makinamın şarjı bitti” dedi, pil
alırız falan derken, makinanın pilli olmadığını keşfetti, söylenmeye başladı
“İlhami’ye de sordum pilli mi diye, bana evet dedi, ben de şarj aletini
sormadım bile” diye. Yani şarj aletini de almamış. Aslında kendisi bu makinayı
kocasına doğumgününde alırken, “İlhami hayatta pille falan uğraşmaz” diyerek
şarjlı almıştı, ama insan unutur tabii, aradan 4 koca ay geçmiş, dile kolay.
Sonra
orkide parkına gittik. Burası da oldukça büyük bir yer ancak, biz her yerde ot
niyetine biten orkide göreceğiz diye heyecanlanırken, hiç bir şey, yani kayda
değer bir şey göremedik çünkü mevsimi değilmiş, Temmuz’da çok olurmuş bunlar.
Parkın girişindeki satış yerinde gördüğümüz orkidelerle yetinmek zorunda
kaldık.
Sırada
kelebek parkı vardı (bunların, yani parkların hepsi yanyana). Rengarenk bir
sürü kelebek, neredeyse gerçek ortamları yaratılmış, çok güzeldi. Ama ben tabi
ki yürüme yollarının tam ortasından yürümeye çalışıp, dibini göremediğim
yeşilliklerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordum. Bunun çıkışında da
böcek odası vardı, bu odadan geçmeden çıkamıyorsun, mecbur girdik. Koca koca
hamamböceğine benzeyen, siyah iğrenç böceklerin, akreplerin falan yanında, hani
şu ortama uyum sağlayan, dal, ağaç kabuğu veya yaprak gibi olan yaratıklar var
ya, hepsinin canlısını gördüm, allahtan hepsi cam korunaklar içindeydiler, gene
de fazla yaklaşmadım, neme lazım, hoplar, zıplar, yıllardır camın bir köşesini
kazıyordur, o gün kaçma günüdür falan.
Bu
arada, benim bu hassasiyetimi (?) farkeden Serap, bana yazıp durdu. Yok efendim
evde bi evcil böcekleri varmış, Serap’ın banyosunda yaşıyormuş, adı da varmış:
Büyükbaba, ama merak etmeyimmiş, bugüne kadar odadan dışarı çıkmamışmış,
zartmış, zortmuş, almış gazı gidiyor. Ablam sonunda “aman Serap, bak gece
uyuyamaz, Banu’cuğum, olacak şey mi? Evde soğuktan kıçımız donuyor, klimalı
evde böcek ne arasın”. Ben de “hı hı, tabi canım, olmaz öyle şey” diyip bir
ıslık tutturdum. Zaten insan, her an tepesine bir tarantula düşebileceği
ihtimali ile de yaşayabiliyor, her şeye alışılıyor yani. Saçlarımdaki beyazlar
mı arttı ne?
Parkları
bitirdikten sonra, biraz müze gezelim dedik. İslam Sanatları Müzesine (Muzium
Kesenian Islam Malaysia) gittik. Bütün dünyadaki en büyük ve güzel camilerin
kocaman maketlerini yapmışlar, bizden de Selimiye vardı. Bir de, bizim İznik Çinileri’ne
koca bir salon ayırmışlar. Çinilerimizin dünyaca ünlü olduğunu biliyorum ama
gene de dünyanın öbür ucunda bu kadar itibarlı olduğunu görmek şaşırtıyor
insanı. Başka ne vardı hatırlamıyorum, güzel, büyük bir müzeydi.
Ertesi
gün Ahmet Bey erkenden geldi. Önce Lake Garden dedikleri, insanların yürüyüş
falan yaptıkları bir göle gittik, arabadan inmeden şöyle bir baktık, bir nevi
Kuala Lumpur Eymir’i, bi numara yok yani. Hani bizde doğa, temiz hava,
yeşillik, huzur falan için gidilir ya Eymir’e, buradakiler niye gidiyor
anlamadım, zaten yeşillikten, oksijenden geçilmiyor, şehrin içinde giderken
giderken birden ormanın içinde gidiyor gibi oluyorsun, yani özellikle bir yere
gitmene gerek yok ki. Gerçi uzaktan gördüğüm kadarıyla burası da nispeten açıklık
bir alandı, belki de bunun için geliyorlardır, orman havasından kaçmak için.
Ayrıca bu alan bazı resmi törenlerin yapıldığı alanmış, bu törenler sıcaktan
dolayı sabahın 6’sında falan yapılırmış.
Sonra
Ulusal Müze’ye (Muzium Negara) gittik. Süper şanslıydık, o gün rehberli günmüş,
hem Fransızca hem İngilizce. İngilizcede bir tek biz (Demet, ben ve Ahmet Bey)
vardık zaten. Girmeden önce danışmadaki adama, rehbere bahşiş verilip
verilmediğini sorduk. Yok, dedi, bu gönüllü bir hizmet. Zaten rehberimiz gelince
anladık pek bahşiş verilecek biri olmadığını. Kadın İngiliz bir gazeteci, 35-40
yaşlarında, 10 yıldır Malezya’da yaşıyormuş ve bu işi gönüllü yapıyormuş. Ben
bunu araştırdım tabi, durum şu: Bunlar Malezya Müze Gönüllüleri (Museum
Volunteer Malaysia-MVM) denilen, bu ülkeye gelen turistlere gönüllü tur
rehberliği yapan, kültür ve tarih konusuna meraklı insanlardan oluşan bir gruba
mensuplar. 2007’de, Jakarta, Bangkok ve Singapur’daki Müze Dostları
programından esinlenerek kurulmuşlar. Haftanın belli günlerinde, belli
saatlerde böyle bir hizmet veriyorlar. Süper, değil mi?
Arkası yarın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder