1 Temmuz 2016 Cuma

Malezya Notları-1

MALEZYA NOTLARI

Aşağıdaki notlarımı okuyan bazı arkadaşlarım kim kimdir anlamamış, e normal tabi, ben beni tanıyan herkesin bunları bildiğini zannediyorum ama kazın ayağı öyle değil. Bu geziye ben, ablam ve ablamın iş yerinden bir arkadaşı olan Demet ile birlikte gittik. Ablamla Demet’in
bakanlıktan çok yakın arkadaşları olan Serap, geçen sene Türkiye’nin Kuala Lumpur (Aslında Putra Jaya denmesi lazım, okuyunca anlayacaksınız) Büyükelçisi oldu, biz de onun yanına gittik. Benim niyetim yoktu aslında ama babam “kızım, burası ayak altı bir yer değil ki başka zaman gidesin, bu fırsatı kaçırma, yol paranı ben öderim” diyince, bunca ısrara dayanamayıp “gideyim bari” dedim, çok da iyi yapmışım.

12 Kasım 2010

Nihayet o gün geldi. Malezya’ya gidiyoruz. Ablamla beraber havaalanında Demet ile buluştuk. Kontroller, kapılar, vb, nihayet uçağımıza bindik. Koltuklar ekranlı, hemen açıp neler izleyebileceğimizi keşfetmek için bi hamle yaptık ancak, dakka bir gol bir, Demet ile benim ekranlarımız çalışmadı. Teknoloji olayı tavan yapmış durumda, ekranlar dokunmatik falan ama, efendim bilmem kaç saatlik uçuştan gelmişlermiş, ekranlar ısındığı için parmağın sıcaklığına hassasiyetleri azalmışmış, kalkıştan sonra düzelirmiş, falan falan. Bu arada ablamın ekranı cayır cayır çalışıyor, Demet’e “yanındakine söyler misin, kulaklığından gelen sesten rahatsız oluyorum” dedim ama pek iplemedi. Tabi kalkıştan sonra da çalışmadı ekranlar, sonunda ablam da vicdan yaptı ve kendi ekranını kapadı, biz tabi “aaa, aman canııım, sen seyret, biz bakarız” dedik, yemedi. Bir süre sonra ben dokunmatik denemeyi bırakıp çakma yöntemine geçince çalıştılar, hepimiz huzura erdik. Bunun ne önemi var demeyin, 4 saatlik uçuşta çok önemli, üstelik biz kucağımızda ekranlar, televizyonlarla doğduğumuz için, başka türlüsünü düşünemiyoruz. Hem madem koymuşlar, çalıştırsınlar kardeşim.

Derken yemek servisi başladı. Biz ikinci sıradayız, yani bize sıra gelmesi ne kadar sürebilir ki? Sonradan değerlendirdiğimizde, hosteslikte ilk günü olduğuna ve doğduğunda doktorun onu kafa üstü düşürdüğüne kesinlikle emin olduğumuz cin gibi hostesin şanssızlığı, bütün zarif ve akıllıca hareketlerini ablamın dibinde yapıyor olmasıydı. Bir kaç kere ablam tırnaklarını kızcağıza geçirmek üzereyken, üstüne oturmak suretiyle engelledik, en son “bırakın, servisi ben yapacam” diye bağırıyordu. 20 dakika kadar geçtikten sonra, kızcağız birinci sıradaki 6 kişinin servisini tamamlayıp, bize gelebilmişti. 

Neyse, öyle böyle derken, aktarma durağımız Katar’ın başkenti Doha’ya indik, körüğe doğru gittiğimizi sanırken, uçak otopark gibi bir yere yanaştı, vallahi dalga geçmiyorum, 3-5 metre ötede bir sürü arabanın park ettiği bir yerde durduk. Bi kere, elbetteki körüğe yanaşmadık, uçaktan inip otobüse bineceğiz, anladık ama, merdivenlerden bi indik, merdivenin dibinde, gerçek anlamda dibinde, yolcunun biri için bir taksi bekliyor. Allaam, gerçekten doğudaydık. Neyse, bindik otobüse, terminal binasına geldik, transit yolcu kuyruğuna girdik, ortalık oldukça kalabalık, bi harala güreledir gidiyor, yan tarafta da ekranlar var, hani şu uçaklarla ilgili bilgi veren ekranlar. Biz sakin sakin, efendiden kuyrukta ilerlerken, ablam birden “last call diyor, Manila uçağı kalkmak üzere, uçağı kaçıracağız” diye feryat etmeye başladı, Demet hemen atladı, bi görevlinin yakasına yapıştı, biletimizi gözüne sokarak “bizi öne alın, uçağımız last call yapıyor” dedi, adam bilete bakıyor, “hanfendi, 1 saatten fazla vaktiniz var, kaçırmazsınız, merak etmeyin” diyor ama Ablamla Demet yer mi bunu, inatla uçağımızı kaçırmak üzere olduğumuza adamı ikna etmeye çalışıyorlar, adam sonunda “iyi tamam geçin” dedi. Bütün bunlar olurken ben de arkadan “durun, ne yapıyorsunuz, Manila’ya gitmiyoruz ki, Kuala Lumpur’a gidiyoruz, sakin olun, daha vaktimiz var, Manila’ya gitmiyoruz” diyerek dikkatlerini çekmeye çalışıyorum ama baktım Yalova Kaymakamı pozisyonundayım, kendi hallerine bıraktım. Nihayet, görevli “geçin bari” deyip, biz 3-5 kişiyi parçalayarak önlerine geçtikten sonra Demet birden “Ne Manilası ya? Manila nerden çıktı?” dedi. Oh, çok şükür, biri uyandı. Orada gülmekten gözlerimizden yaş geldi. “Ben söylemeye çalıştım ama dinlemediniz, niye beni dinlemiyorsunuz?” dedim, ben küçükmüşüm, nereden bilecekmişim??? Neyse, kontrol noktasına geldik, Demet, batıdaki bütün havaalanlarının bütün kontrol noktalarında olduğu gibi, x-ray’den geçmeden önce kemerini çıkarmaya hamle etti, görevli adam “gerek yok” anlamında bir işaret yaptı, sonra laptopını çantasından çıkarmaya uğraşırken aynı görevli, eliyle sinirli bi şekilde, altında “nedir bu salak batılılardan çektiğimiz” düşüncesi olduğu belli olan, “geç geeeeç” hareketi yaparak bizi oradan kovaladı. Kendimizi öbür tarafa dar attık.

Doha’da fazla beklemedik, 1 saat kadar sonra Kuala Lumpur uçağımızda koltuklarımıza yerleşmiştik. Neyse ki bu sefer ekranların kumandaları kabloluydu ve gayet güzel çalışıyordu. Hayır yani bu uçuş 7 buçuk saat, biraz uyunur falan ama ekransız, filimsiz zaman geçmez ki...

Uçağımız 13 Kasım sabahı (Malezya bizden 6 saat ilerde) saat 8.30 civarında Kuala Lumpur’a indi. Uçak inerken aşağıda uçsuz bucaksız palmiye ormanı çok güzel görünüyordu, denizyıldızı denizi gibi. Burada körük vardı ve körüğün çıkışında Serap bizi bekliyordu. Sarılmalar, öpüşmelerden sonra valizlerimizi aldık, ve tabi ki tuvalet molası. Tuvaletler fena değil, temiz, geniş ama bi girdim, duvarda bi elduşu??? Zaten nereye gitsem bu tuvalet olayından ilk darbeyi yerim, batıda taharet musluğu yoktur, insanın içini suyla doldurmaya çalışan bideler vardır, doğuda da, anasını satayım, duş koymuşlar, bildiğin, duvardaki kelepçeye tutturulmuş, başı normal duşlardan biraz daha küçük bir elduşu. Utanmasalar birer de tellak koyacaklar tuvaletlere, töbe töbe. Bunların bizim güzelim taharet musluğu ile ne alıp veremedikleri var anlamıyorum ki! Yani havaalanında ister bide, ister duş, ister taharet musluğu olsun, kullanacağımdan değil ama, her yerdeki tuvaletleri böyle. Ve tabi ki doğal olarak bütün tuvaletlerin yerleri ıslak. Biraz boktan bir muhabbet oldu ama bunu söylemeden geçemezdim.

Neyse, sonunda dışarı çıktık. Ya da belki hamama girdik demeliyim. Nem inanılmaz, hava değil de su soluyormuş gibi, kıyafetlerin üstüne yapışması da cabası. Arabanın yanına geldik, bana “öne sen otur” dediler, ben de sağ taraftaki kapıya doğru gittim. Serap “arabayı sen mi kullanacaksın?” deyince şoför mahalline hamle ettiğimi anladım. Meğer burada (ve Çin hariç bütün Asya’da) trafik soldan akarmış. Serap alışmış ama, bizim gibi alışması gerekmeyen turistler için çok aykırı bir durum. Sokaklarda karşıdan karşıya falan geçerken bizler ilkokulda öğrendiğimiz gibi sola bakıp adımımızı atıyoruz, zavallı Serap kendini yırtıyor “öbür tarafa bakıııın” diye, alışveriş merkezlerinde de ne zaman yürüyen merdivene yönelsek, yanlış taraftan binmeye çalışmayalım diye bizi kollamaya çalışmaktan helak oldu, ben bizzat kendim 3-5 kere kendisi tarafından kolumdan tutulup çekiştirilmek suretiyle sola doğru savruldum. Neyse, konuyu dağıtmayalım, henüz havaalanındaydık. Devam ediyorum. Arabaya yerleştik, KL’e doğru yola çıktık. Serap bize bazı bilgiler vermeye başladı, havaalanı Putra Jaya’ya daha yakın olmak üzere, Putra Jaya ile KL arasındaymış, falan. Bu arada, 10 yıl kadar önce Malezya’nın başkenti Putra Jaya olmuş, bütün devlet daireleri oraya taşınmış ama büyükelçiliklerden oraya giden olmamış henüz. Bu noktada, başta google ve vikipedi olmak üzere bütün internet dünyasını şiddetle kınıyorum, onca araştırmalarım sırasında bununla ilgili tek bir bilgiye rastlamadım, her yerde Malezya’nın başkenti olarak KL geçiyor.

Havaalanından çıktık, az sonra ablam “buralar nereler?” diye sordu.
-         Putra Jaya’nın dış mahalleleri denebilir, dedi Serap.
-         Biz Putra Jaya’ya mı gidiyoruz?
-         Hayır, Kuala Lumpur’a gidiyoruz
-         KL Putra Jaya’dan sonra mı?
-        Hayır, havaalanı ikisinin arasında... diye açıklamaya çalışan Serap’ın sabrına hayran kaldım valla. Uykusuzluk böyle bir şey herhalde, yoksa ablam akıllı kadındır.

Eve vardık. Yani residansa. Güzel, büyük, havuzlu bir ev. Bir sürü odası, her odanın kendi tuvaleti, banyosu, kliması falan var. Evde toplam 10-12 tane klima var zaten. Ablamla ben bir odaya, Demet başka bir odaya yerleşti. Biraz oturup dinlendik, kahvaltımızı ettik, sonra 2 saat kadar uyuduk. Kalkınca Serap bizi şehrin merkezine götürdü. KL ormanın içinde bir şehir, alan az olduğu için yukarı doğru büyüyor, kocaman, gerçekten kocaman apartmanlar var, condominium diyorlar, bir tanesi 1 kasaba ahalisini alabilir. Binaların altında otoparkları var, hem yerin altında hem de yerin üstünde ilk bir kaç katları otopark. Yani otopark problemi yok ama trafik problemi var. Araba çok ucuz olduğu için herkesin arabası var, 1 depo da 100 ringgit’e doluyor (yaklaşık 50 TL). Aynı sebepten, yani alan dar olduğu için caddeler, sokaklar da dar. Cadde denen pek çok yol 2 şerit; 1 gidiş 1 geliş. Çok lüks arabalar da var, Lotus, Lamboghini falan, ama Türkiye’de bu arabaları alışveriş merkezlerinin önünde pek göremezsin, burada görüyorsun.

Bir ek bilgi: Burada Bakanlar yerli üretim araba (Proton) kullanmak zorundaymış.

Otoparkın birinde bi baktım, arabaların sileceklerini kaldırmışlar, genellikle bir kış görüntüsü olduğu için komiğime gitti. Burada da sıcaktan eriyip cama yapışmasın diye kaldırıyorlarmış, herkesin derdi ayrı.

Muson mevsimindeymişiz, her gün, günde 2 kere falan yağmur yağıyor, 2-3 gün yağmur yağmasa millet “uzun zamandır yağmur yağmıyor” diyormuş. Hava hep 25-35 derece arası, yani mevsim diye bir şey yok, sadece muson yağmurlarının yağdığı mevsim ve yağmadığı mevsim var. 25-35 çok bi derece değil ama nemden 45-55 gibi algılıyor insan. Hava da hep bulutlu, kapalı, güneş pek görünmüyor. KL dünyada en çok şimşek çakan 2. yermiş. Birincisini kimse bilmiyor.

Petronas Kuleleri’nin altına gittik, gerçekten çok heybetli görünüyorlar. Ama çıkmadık çünkü sabah 5’te falan millet sıraya giriyormuş ve de zaten en tepesine değil 42. kattaki köprüye kadar çıkarıyorlarmış. Merci, dedik, almayalım, KL’i tepeden görüp n’olacak? Altındaki AVM’ye girdik, şöyle bir turlayıp çıktık. Harrods, Louis Vuitton, Harley Davidson mağazaları falan var, maaşallah hiç bir şeyden geri kalmamışlar. Dışarısı ne kadar sıcaksa, kapalı alanlar da o kadar soğuk, yani resmen, basbayağı soğuk. Malezya’da bulunduğumuz süre boyunca hırkalarımızı hep yanımızda taşıdık yoksa kapalı yerlerde kıçımız ve içindekiler donuyordu.

Şehirde bir sürü inşaat var, o dar yerlere kocaman inşaat araçlarını nasıl sokmuşlar, anlaşılır gibi değil. Ve en ilginci, yağışların bolluğundan olsa gerek, bu kadar inşaata rağmen toz yok. İnşaatların bir önemli etkisi de, ormanın bir parçasını kazarak işe başladıkları için, o yerde ne kadar börtü böcek, yılan, çıyan vb. varsa, hepsinin çevre bahçelere kaçması. Hö! Bir ürperti geldi, hatta bayılma hissi, çünkü residansın yanında da bir inşaat var, yanağım seyirmeye başladı, tansiyonum düştü, rengim attı, neyse ki residansın bahçesi habire ilaçlanıyormuş, bahçedeki kediler de fareleri falan avlıyormuş, allaam, bok mu vardı buralara geldik, gül gibi evimizin nesi vardı ki? Gerçi Ankara’da gördüğüm hamamfatmalarının bir tekini bile orada görmedim ama, o görebilme ihtimali var ya, işte insanı yiyip bitiren o. Bu arada, kedi dedim de, buradaki kedilerin kuyrukları kısa ve küt, kesik gibi, hatta ablam evdeki kediyi ilk gördüğünde “ay yazık, kuyruğu kopmuş, kavga falan mı etti?” dedi, meğer buradaki kedilerin hepsi öyleymiş.

Pazar günü, bir alışveriş merkezinde dolaşırken, Serap 2 hanımla merhabalaştı, bizi tanıştırdı, kadınlardan biri sevimli ve sıcaktı, diğeri soğuk ve mesafeli. Meğer hanım Kamboçya Prensesi imiş, Serap’ın oradaki en iyi arkadaşı denebilir. Kendisi burada Kamboçya Büyükelçisi, kocası Prens ise ülkelerinde Başbakan Yardımcısı’ymış. Diyeceksiniz ki “eeee?”. E’si sağlık, ilk defa bir prensesle tanışıyorum da, yazayım dedim.

Serap bize “durian” diye bir meyveden bahsetti, görüntüsü ananası andırıyormuş ancak o kadar yoğun bir kokusu varmış ki, marketlere, lokantalara ve otellere girmesi yasaklanmış. Bu meyveyi yiyen ya çok seviyormuş ya da nefret ediyormuş. Biz tabi merak ettik bunu. Kendisini yiyemesek bile, dondurması varmış, durianlı dondurma yiyelim dedik, bir fikrimiz olur. Yav millet, inanmayacaksınız ama, resmen soğan kokuyordu. Zaten 1 külaha 2 top almıştık, herkes birer lokma tadına baktı, resmen ağzımızda soğan tadı bıraktı, 2 saat de geçmedi, berbat bir şeydi. Orada yediğim en berbat, aslında tek berbat şeydi.

Bu arada, buradaki ilk yabancı iletişimim gerçekleştiğinde, allaam, ben ingilizceyi hepten unuttum herhalde, dedim. Yahu tek kelime bile mi anlamaz insan? Bambaşka bir dil gibi, 2, bazen 3 kere tekrarlatmadan anlamıyorum. Bi de hızlı konuşuyorlar. Allahtan Serap zamanla alışıldığını söyledi, yani sorun bende değil, onlarda. Malezyalılar ingilizceyi o kadar özgünleştirmişler ki, adına Manglish deniyormuş. 

Ertesi gün (Pazartesi günü) Serap elçiliğe gitti. Orada bizdeki gibi uzun değilmiş bayram, sadece 1 gün işyerleri kapalıymış. Halbuki ben dini bayramların her yerde, yani her müslüman yerde aynı olduğunu sanırdım, alakası yok, burası Şeriat Mahkemeleri’nin falan olduğu, katı müslüman kuralların (müslümanlar için) geçerli olduğu bir ülke olmasına rağmen, bayram sadece 1 gün. O da Çarşamba idi, yani bizdeki ilk gün (Salı) bile değil. 

Serap işe giderken, o gün bizi gezdirmesi için birini yollayacağını söyledi. Adam geç geldi, ben sinirlendim tabi, benim şoförüm hiç geç kalmaz. Sonunda geldi, Ahmet isimli bir Türk, 5 senedir burada yaşıyormuş, Malay bir karısı varmış. Serap zaman zaman onu tutuyormuş, kiralık şoför/rehber gibi bir şey yani. Neden geç kaldığını da açıkladı, cezaevinde 4 Türk varmış, aileleri onlara Bayram parası yollamış, hem onları ziyarete hem de paralarını vermeye gitmiş. İşin kötüsü bunlar ülkeye uyuşturucu sokmaktan yatıyorlarmış. Malezya’da ülkeye uyuşturucu madde sokmanın cezası idam. Ahmet Bey, bunlardan üçünün gerçekten bilmeden bu işe bulaştığına ikna olduklarını söyledi. Zaten 18-20 yaşlarında gencecik çocuklarmış. İdamdan kurtarmaya çalışıyorlar ama... 

Ahmet Bey bizi önce Kuş Parkı’na götürdü. Burası dünyanın en büyük, kuşların ortalıkta dolaştığı ve gezilebilen kuş parkıymış. Rengarenk, çeşit çeşit, boy boy kuş gördük, Hornbill (nesli tükenmekte olan, anavatanı Borneo olan bir cins kuş) dahil. Gezmeye yeni başlamıştık ki, ablam “makinamın şarjı bitti” dedi, pil alırız falan derken, makinanın pilli olmadığını keşfetti, söylenmeye başladı “İlhami’ye de sordum pilli mi diye, bana evet dedi, ben de şarj aletini sormadım bile” diye. Yani şarj aletini de almamış. Aslında kendisi bu makinayı kocasına doğumgününde alırken, “İlhami hayatta pille falan uğraşmaz” diyerek şarjlı almıştı, ama insan unutur tabii, aradan 4 koca ay geçmiş, dile kolay.

Sonra orkide parkına gittik. Burası da oldukça büyük bir yer ancak, biz her yerde ot niyetine biten orkide göreceğiz diye heyecanlanırken, hiç bir şey, yani kayda değer bir şey göremedik çünkü mevsimi değilmiş, Temmuz’da çok olurmuş bunlar. Parkın girişindeki satış yerinde gördüğümüz orkidelerle yetinmek zorunda kaldık.

Sırada kelebek parkı vardı (bunların, yani parkların hepsi yanyana). Rengarenk bir sürü kelebek, neredeyse gerçek ortamları yaratılmış, çok güzeldi. Ama ben tabi ki yürüme yollarının tam ortasından yürümeye çalışıp, dibini göremediğim yeşilliklerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordum. Bunun çıkışında da böcek odası vardı, bu odadan geçmeden çıkamıyorsun, mecbur girdik. Koca koca hamamböceğine benzeyen, siyah iğrenç böceklerin, akreplerin falan yanında, hani şu ortama uyum sağlayan, dal, ağaç kabuğu veya yaprak gibi olan yaratıklar var ya, hepsinin canlısını gördüm, allahtan hepsi cam korunaklar içindeydiler, gene de fazla yaklaşmadım, neme lazım, hoplar, zıplar, yıllardır camın bir köşesini kazıyordur, o gün kaçma günüdür falan.

Bu arada, benim bu hassasiyetimi (?) farkeden Serap, bana yazıp durdu. Yok efendim evde bi evcil böcekleri varmış, Serap’ın banyosunda yaşıyormuş, adı da varmış: Büyükbaba, ama merak etmeyimmiş, bugüne kadar odadan dışarı çıkmamışmış, zartmış, zortmuş, almış gazı gidiyor. Ablam sonunda “aman Serap, bak gece uyuyamaz, Banu’cuğum, olacak şey mi? Evde soğuktan kıçımız donuyor, klimalı evde böcek ne arasın”. Ben de “hı hı, tabi canım, olmaz öyle şey” diyip bir ıslık tutturdum. Zaten insan, her an tepesine bir tarantula düşebileceği ihtimali ile de yaşayabiliyor, her şeye alışılıyor yani. Saçlarımdaki beyazlar mı arttı ne?

Parkları bitirdikten sonra, biraz müze gezelim dedik. İslam Sanatları Müzesine (Muzium Kesenian Islam Malaysia) gittik. Bütün dünyadaki en büyük ve güzel camilerin kocaman maketlerini yapmışlar, bizden de Selimiye vardı. Bir de, bizim İznik Çinileri’ne koca bir salon ayırmışlar. Çinilerimizin dünyaca ünlü olduğunu biliyorum ama gene de dünyanın öbür ucunda bu kadar itibarlı olduğunu görmek şaşırtıyor insanı. Başka ne vardı hatırlamıyorum, güzel, büyük bir müzeydi.

Ertesi gün Ahmet Bey erkenden geldi. Önce Lake Garden dedikleri, insanların yürüyüş falan yaptıkları bir göle gittik, arabadan inmeden şöyle bir baktık, bir nevi Kuala Lumpur Eymir’i, bi numara yok yani. Hani bizde doğa, temiz hava, yeşillik, huzur falan için gidilir ya Eymir’e, buradakiler niye gidiyor anlamadım, zaten yeşillikten, oksijenden geçilmiyor, şehrin içinde giderken giderken birden ormanın içinde gidiyor gibi oluyorsun, yani özellikle bir yere gitmene gerek yok ki. Gerçi uzaktan gördüğüm kadarıyla burası da nispeten açıklık bir alandı, belki de bunun için geliyorlardır, orman havasından kaçmak için. Ayrıca bu alan bazı resmi törenlerin yapıldığı alanmış, bu törenler sıcaktan dolayı sabahın 6’sında falan yapılırmış.

Sonra Ulusal Müze’ye (Muzium Negara) gittik. Süper şanslıydık, o gün rehberli günmüş, hem Fransızca hem İngilizce. İngilizcede bir tek biz (Demet, ben ve Ahmet Bey) vardık zaten. Girmeden önce danışmadaki adama, rehbere bahşiş verilip verilmediğini sorduk. Yok, dedi, bu gönüllü bir hizmet. Zaten rehberimiz gelince anladık pek bahşiş verilecek biri olmadığını. Kadın İngiliz bir gazeteci, 35-40 yaşlarında, 10 yıldır Malezya’da yaşıyormuş ve bu işi gönüllü yapıyormuş. Ben bunu araştırdım tabi, durum şu: Bunlar Malezya Müze Gönüllüleri (Museum Volunteer Malaysia-MVM) denilen, bu ülkeye gelen turistlere gönüllü tur rehberliği yapan, kültür ve tarih konusuna meraklı insanlardan oluşan bir gruba mensuplar. 2007’de, Jakarta, Bangkok ve Singapur’daki Müze Dostları programından esinlenerek kurulmuşlar. Haftanın belli günlerinde, belli saatlerde böyle bir hizmet veriyorlar. Süper, değil mi?




Arkası yarın...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder