2 Temmuz 2016 Cumartesi

Malezya Notları-2

Müze 4 bölümden oluşuyor: Erken Tarih, Malay Krallıkları, Kolonyel Dönem, Malezya Bugün.

20 bin yıl önce, Avustralya’dan Asya’ya kadar her yer tek bir kara parçası. Sonradan sular yükselince bir sürü ada oluşmuş. Bir çok mağara resimleri var. Rehberimiz “sizde bunların alası var ama...” diyerek devam etti. Bu mağara resimlerinin en yenileri 100 yıllıkmış.
Düşünebiliyor musunuz? 100 yıl öncesine kadar mağaralarda yaşayan insanlar var. Her yer jungle olduğu için dışarıdan habersiz yaşayıp gidiyorlarmış. Belki hala bile vardır.

Ülkenin güney doğusunda yer alan Melaka (Malacca) 14-16.yyda dünyanın en önemli limanlarından biri, 84 dil konuşuluyor. Baharat ticaretinin en önemli durağı. 15. yy başında (1403), Sumatra’daki krallığından sürgün edilen bir Hindu Prensi buraya gelip yerleşiyor, İslamiyeti kabul ediyor ve Melaka Sultanlığı’nın ilk hükümdarı oluyor. Çin’den yola çıkan baharat gemileri Melaka’ya geliyor ve mevsimin dönmesi için 3-4 ay orada kalıyor. Sonra Basra’ya kadar yollarına devam ediyorlar. Melaka’nın stratejik önemini anlayan Çin, Siam saldırılarına karşı Melaka’yı koruyor ve bağları güçlendirmek için Ming Prensesi Sultan’la evlenmek üzere, 500 refakatçi ile Melaka’ya geliyor. Kültürler karışmaya başlıyor. Bu arada Avrupa baharatı tanıyor, yiyecekleri korumak için bir hazine olduğunu keşfediyor (malum, henüz buzdolabı yok) ve tabi ki beklenen oluyor, 16.yy başında Portekizli Alfonso de Albuquerque gemileri ile gelip Melaka’yı işgal ediyor (1511-1641), sonra Hollandalılar’ın egemenliği (1798’e kadar), derken İngiliz egemenliği (aman, bi yerden de çıkmayın be) ve son olarak, geçici de olsa, 2. Dünya Savaşı sırasında 4-5 sene kadar hakimiyet Japonlar’a geçiyor.

İçi para ve hazineler dolu olduğu rivayet edilen Flor de la Mar isimli Portekiz gemisinin Avrupa’ya giderken battığı rivayet ediliyor. Günümüzde bile hala hazine avcılarının rüyasıymış. Rehberimiz “3-5 senede bir haber çıkar ‘Flor de la Mar bulundu’ diye ama asla bulunamadı” dedi.

İngilizler buraya Hindistan’dan kauçuk getiriyorlar ve kısa zamanda Malezya dünyanın 1 numaralı kauçuk üreticisi oluyor. Özellikle araba tekerleğinin ham maddesi olduğundan, Avrupa’da otomobil sanayinin gelişmesi ile iyice önem kazanıyor. Sırf kauçuk ihracatlarının sigorta masrafları artmasın diye, 1948-1960 yılları arasında komunistlerle süren çarpışmaları asla “iç savaş” olarak telafuz etmiyorlar, “olağanüstü durum” olarak deklare ediyorlar. Son zamanlarda kauçuğun eski önemi kalmadığından, kauçuk ağaçlarını kesip hepsinin yerine palmiye ağacı dikiyorlarmış, palm yağı ihracatında dünyanın 1 numarası olmuş. Palmiye yağı herşeyde kullanılıyor, şeker, çukulata, sabun, kozmetik, vb.

Ayrıca, 1820’lerde kalay madenleri keşfediliyor, bu da bir başka önemli gelir kaynakları oluyor. Bu madenlerde çalışmak için binlerce Çinli göçmen geliyor.

Kültürler karışmış, çin tabaklarında çin yemekleri malay baharatları ile yapılıyor, geleneksel elbiselerin üs tarafı Çin, altı Malay.

Bizdeki gibi gölge oyunları var, Hindu kaynaklıymış. Bence yalan, kesin bizden almışlardır.

Sonunda, 1957 yılında İngiltere bugünkü Malezya’yı oluşturan Sultanlıklara ve diğer eyaletlere “çok parça pinçiksiniz, hadi birleşin de 1 ülke olun, bağımsızlığınızı vereyim” demiş. Yani bağımsızlık günleri falan var ama kazanılmış bir bağımsızlık değil, müzakere ile alınmış ya da verilmiş, Kraliçenin lütfu. Zaten hala Common Wealth üyesi.

Malezya 13 eyaletten oluşuyor: 9 Sultanlık, 4 Valilik. Bunlardan ikisi (Sabah ve Sarawak) Borneo adasında bulunuyor. İkisi de valilikle yönetiliyor. Valileri, o eyaletin Başbakanı atıyor. Müzede Sultanlar’ın geleneksel başlıkları vardı. Bir tanesinin geleneksel başlığı yok çünkü Kraliçe tarafından yakın zamanda Sultanlık olarak tanınmış. Sultanlar 5 senede bir dönüşümlü olarak Devlet Başkanı oluyor. Malezya’nın şu anda nüfusunun %60’ı Malay, %23’ü Çinli, geri kalan %17’nin büyük çoğunluğu da Hintli ve Endonezyalı.

Tur burada bitti, çok keyifliydi, ben gerçekten Müze gezmeyi seviyorum.

Sonra, bir de Modern Sanat Galerisi’ne (Balai Seni Lukis Negara) gittik. Koca bir odada tek bir sandalye falan olayı. Neyse, bunu da görmüş olduk. Güzeldi.

Sonra Ahmet Bey bize Monorel ile küçük bir şehir turu attırdı. Monorel (aslında Monorail ama Malezyalılar bazı yabancı kelimeleri okudukları gibi yazıyorlar) yukarıdan giden metro gibi birşey. Bu da epey keyifliydi.

Yollar çok karışık. Bir şehir düzeni yok, yani örneğin iki paralel cadde ya da sokağı bağlayan dikey yollar yok. Varmış gibi görünüyor ama saptığın sokağın seni nereye götüreceği belli değil. Arada kıvrılıyor, dönüyor, sonunda çıktığın caddeye bile geri çıkabilirsin. Bilmezsen çok kolay kaybolursun.

Malezya’da polo, kriket, golf sevilen sporlar, futbolla falan fazla ilişkileri yok, Ahmet Bey bir arkadaşıyla bir futbol maçına gitmiş, seyirciler 20 kişi falanmış.

Çinlilerin, Hintlilerin siyasi partileri var, hem de bir kaçar tane. 1969’da Çinliler bir seçimi (yerel seçimdi herhalde) kazanıyor, şamata yapıyorlar, Malay mahallelere gidip “koduk mu” muhabbeti yapıyorlar. Hükümet önce ufak uyarılarda bulunmuş “bakın bunun sonu iyi olmayacak” diye ama Çinliler sakinlememiş, sonunda Hükümet olayları kanlı bir şekilde bastırmış, çok Çinli ölmüş. Çinlilerin bu olayları unutmadığı söyleniyor.

Sonra bir el sanatları merkezine gittik. Alt katında restoranlar vardı (Ha bak bu da ilginç, bizde genellikle en üst kat yemek katı olur, bu memlekette genellikle alt katta), Ahmet Bey bize Nasi Ayam (tavuk, pilav, sebze) yememizi tavsiye etti, çok geleneksel bir Malay yemeği imiş. Beğendik, hiç fena değildi. Sonra çarşıyı epey bi dolandık ama dar mağazalar, kalabalık, çok fazla eşya bizi biraz yordu, serseme döndük.

Malezya’da tarım ve hayvancılık yok. Pek çok egzotik meyve falan var ama hepsini çevre ülkelerden alıyorlar. Eve alınan bütün meyveleri denedim, en çok kavun ve karpuzu beğendim. Koyun etini pek bilmiyorlar, dana eti ise Avustralya’dan geliyor.

Eh, bi de Çin mahallesine gidelim dedik. Şu kadarını söyleyeyim, kalabalık, kötü kokuyor, tezgahlarda satılan mallar da çok kötü. Gerçi başka yerlerde gezdiğimiz Çin Mahalleleri bu kadar kötü değildi ama KL’deki gerçekten bir şeye benzemiyor.

Bol bol tapınak var. Evlerin arasında mantar gibi bitmişler. Çok fazla şehrin parçası olmuşlar, öyle bir ruhanilik, bir arınmışlık hissi, hafifçe yerden yükselme falan hissetmiyorsun. 1-2 tanesi güzeldi. Tütsülerimizi falan yaktık tabi. Ya tutarsa? Bizimkinin bi hayrını görmedik, belki bundan bi şey çıkar.

Ablam tutturdu “Hürriyet Meydanı vardır buranın, onu da görelim” diye, hakketten varmış ama adı Bağımsızlık Meydanı. Eskiden at yarışlarının yapıldığı alanmış, bazı binalar hala duruyor, klüp binasına dönüştürülmüş (zengin klüpleri var bunların). Bu meydanda bir de İletişim Genel Müdürlüğü binası var, saat kuleli falan, KL’in en güzel binalarından biri.

Bu şehirde çok fazla motorsiklet var, her yerden çıkıyorlar, kullananlar da montlarını ters giyiyorlar, bu sıcakta düz giyip önünü kapatmamak için böyle yapıyorlarmış.

Bazı kelimeleri bizimkilere çok benziyor: Pasar (Pazar), mahkeme, maklumat (malumat), mektep, sabun, masjid (mescid), istirahat, halal (helal) gibi.

Bu memlekette her çeşit insan, her dinden insan var ya, sanki hep bir arada bir armoni içerisinde yaşıyormuş gibi görünüyorlar ama kazın ayağı öyle değil. Çok ciddi bir ayrımcılık var. Müslüman olmayanlara hiç karışmıyorlar ama onları saydıklarından değil, adama saymadıklarından. Bazı yerlerde, otellerde falan kayıt olurken ırkını yazmak zorundasın. Örneğin, iş dünyasında yükselmiş, kariyer yapmış bir Hintli’ye rastlamak zor. Malay ve müslümansan, hayat senin için çok kolay, daha kolay iş buluyorsun, çocukların daha iyi okullara kabul edilebiliyor, iş hayatında yükselmen daha kolay. Hiç bir Malay’ı, eğer kendi yeri değilse, herhangi bir lokantada garsonluk falan yaparken göremezsin, ama  MacDonald, Starbucks gibi yerlerde çalışan gençler olabiliyormuş, ayrıca hiç bir inşaatta falan da çalışmazlarmış, vb. Bu işleri genellikle Endonezyalılar yapıyormuş. Aslında böyle Endonezyalı, Çinli falan dediğime bakmayın, çoğu ikinci üçüncü kuşak Malezyalı ama hala ırkları ile anılıyorlar. Kendi okulları var ama Malayca zorunlu ders.

Genel olarak hepsi ufak tefek insanlar, ben bile iri yarı kaldım. Bebekleri de minicik, bakıyorsun, kundak bebeği boyutlarında ama koşuyor,oynuyor, konuşuyor. İnsanda sürreel bir etki yaratıyor.

Burada bize ilk söylenen ve bizim hep unuttuğumuz önemli şeylerden biri, her şeyi iki elle alıp vermek gerektiği oldu. Tek elle vermek hakaretmiş ama, biliyorsunuz yerleşmiş, öğrenilmiş davranışları, kas hafızasını denetlemek çok zordur (Kas hafızasını şöyle açıklayayım, misal, hafızasını kaybeden insanlar, kendi isimlerini hatırlamazlar ama kasların da hafızası olduğu için, imzalarını doğru atabilirler, gibi). Alışverişte tezgahtara parayı iki elle vermeyi deneyin, valla çok zor, biz alışmışız, genellikle bir elimizde cüzdan olur, öbürüyle parayı uzatırız. Ben her seferinde “ay pardon, iki elle verecektim” falan diyordum. Çok turistik yerlerde pek alınmıyorlar ama bi dükkanda, kadın paranın üstünü kafama atacaktı neredeyse. Ablamsa, hatırladığı zamanlarda, olaya iyice kendini kaptırıp, iki eliyle parayı verirken hafifçe dizlerini kırarak reverans yapıyordu. Lokantalarda falan öyle kolunda 12 tabakla servis yapan garsonlar yok, biri tepside tabakları taşıyor, diğeri tabağı önüne mutlaka iki elle koyuyor. Ha, bir de işaret parmağı ile bir şey göstermek ayıp, baş parmakları ile gösteriyorlar ama onu da kazma gibi dikerek değil, diğer 4 parmağı yumruk yapıp baş parmağını işaret parmağının üstüne koyarak. Bu hepten zordu.

O akşam, tabi ki ablamın fikriyle, RamaV isimli bir Tai lokantasına gittik. Kadın Tai yemeği yemek istiyormuş. Yani, 100 yıl daha yaşasam böyle bir cümle sarfetmem herhalde. Menüyü aldı önüne, ay burda bilmem ne de varmış, ay şunu da çok severim... Diğerlerinin de bundan kalır yanı yok, biri diyor ki “buranın bilmem nesi de güzeldir”, diğeri “ay ben şunu denemek istiyordum”, babababa, yemediyse bile biliyor yani. Ben de önüme geleni yedim işte. Netice itibariyle, güzel, şık bir restorandı. Yemekleri de çok güzeldi.

Çarşamba günü Serap, buradaki Türk vatandaşlarını sefarette bayram kutlamasına davet etmiş. Konuklara ikram edilmek üzere aşçıya pilav, kavurma ve tatlı yaptırdı. Orada yaşayan 300-350 civarında Türk varmış, neredeyse hepsi geldi. Topluluk küçük olunca böyle jestler yapılabiliyor tabi, çok da güzel oluyor ama eminim Almanya’daki Büyükelçimizin böyle bi jest yapması biraz sıkar. İş adamları, öğrenciler, hepsi oradaydı. Çocuklara da hediyeler dağıtıldı. Pek şenlikliydi. Oradaki Türkler... hmmm, çok fazla yorum yapmasam iyi olacak, ne de olsa Büyükelçi’nin konuğu olarak oradaydık, şimdi ters türs bi laf ederim, sıkıntı yaratır, neme lazım. 

Ertesi gün Melaka’ya gittik. Hani şu müzede anlatılan yerleri görmeye. Melaka tarihi bir şehir ve 2008 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Kenti olarak ilan edilmiş. Hatırlayalım, 1500’lerde Portekiz, 1600’lerde Hollanda ve 1800’lerde İngiltere tarafından kolonileştirilmiş olan Melaka, her dönemden mimari yapılarını koruyor. Şehirde Portekiz Kalesi, Hollanda Vali Konağı, Tao tapınakları, gotik kiliseler, camiler bir arada bulunuyor.

Önce Stadhuys’a gittik. Bu bina Hollandalıların yönetim binası (Vali Konağı da denebilir) olarak inşa ettikleri, doğudaki en eski Hollanda yapısı. Bugün, Tarih ve Etnoğrafya Müzesi olmuş. Buradaki nüfusun da büyük çoğunluğunu müslüman Malaylar oluşturuyor. Sonra Çinliler geliyor, daha doğrusu Baba Nyonya’lar. Çin’den ticaret için gelip Malay kadınlarla evlenenlerin çocuklarına Baba Nyonya deniyor, “ruhen Çinli şeklen Malay” demekmiş. Aynı şekilde, Hindistan’dan gelip Malay kadınlarla evlenenlerin çocuklarına da Chitty deniyor. Bunlar Malay gibi konuşuyor ve giyiniyorlar ama Hindu inancıyla yaşıyorlar. Hintlilerin kültürde etkin bir yeri olmasına rağmen burada, yani Melaka’da sadece 250 tane kalmışlar. Bir de Asyalı Portekizliler var. Tüm Malezyada 10000 kadar nüfusları var, bunun 2600’ü Melaka’da yaşıyor. Antik bir Portekiz dialektiği konuşuyorlar ve Roman Katolikler. Bu grupların hepsinin oturdukları mahalleler ayrı.

Stadhuys’un hemen yanında Hristiyan Kilisesi, biraz ileride de Malezya’daki en eski Roman Katolik kilisesi olan St.Peter Kilisesi var. Buraları gezdikten sonra, şu cangıl cungul, çekçeke benzeyen ama bisikletle sürülen aletlere binelim dedik. Bizim şoförümüz, ya da belki sürücümüz demeliyim, uzun boylu bir adamdı. Buralarda böylesine rastlamak biraz zor, meğer Sih’miş, bütün Sih’ler uzun olurmuş. Bizi önce meşhur Flor de la Mar’ın replikasına (tıpkı-yapım diyebiliriz, bire bir maket gibi) götürdü. Sonra da “A Famosa”ya gittik. Öf siz şimdi bunu da bilmezsiniz, amaaaan, cahillik ne kötü şey. A Famosa, Portekizliler geldiğinde şehrin çevresine ördükleri surların adı. Ayrıca Asya’daki en eski Avrupa mimari eserlerinden biri. Hollandalıların işgali sırasında büyük bölümü harap olmuş, zaman içinde her yeri yok olmuş, bir tek bu parçası kalmış, duyarlı bir İngiliz komutan, surlardan kalan bu parçanın korunmasını sağlamış. A Famosa’nın biraz ilerisindeki tepenin üstünde, Melaka’ya tepeden bakan St.Paul kilisesi var. Bu kilise de Portekizli katolik bir kaptan tarafından yaptırılmış. Oraya çıkmak için çok fazla merdiven vardı ve aynı oranda sıcaktı. Biz ablamla aşağıda kaldık, Demet’le Serap çıktı. Onları beklerken, sürücülerimizle sohbet ettik. Bize nereden geldiğimizi sordular. Türkiye’den. Orada müslüman var mı? Var. Ne kadar? Nüfusun % 98’i. Bu noktada biraz şaşaladılar, adam “yani %2’si müslüman değil, öyle mi?” diye sorarak bana teyid ettirmek gereği duydu. Evet. Siz müslüman mısınız? Bu noktada ben hafif başımı eğerek, “eh” dedim. Serap sonradan bana “burada öyle eh meh yok, ya müslümansın, islamın bütün gereklerine uyuyorsun (oruç tutmak, içki içmemek, helal yemek, vb), ya değilsin, ikisinin arası yok” dedi. Demet’le Serap aşağı inince sürücülerimizden ayrıldık. Biraz ileride Melaka Sultanlık Sarayının bir replikası var, aynı zamanda müze. Burayı da gezdikten sonra, merkeze doğru yürümeye başladık. Bu bölgedeki binalardan biri de Malezya’nın bağımsızlığının ilan edildiği bina.

Bir lokanta bulduk. Karnımızı doyurduk, ben vegetable rolls (sebzeli sigara böreği) yedim. Ablam “ay ben hindistancevizi suyu içeceğim, valla çok özlemişim” dedi (allayim kör et beni). Sonra önüne kocaman, yeşil, yuvarlak bir şey geldi, bundan daha küçük tabureler görmüştüm. Meğer hindistancevizinin dalından koparılmış hali buymuş. Tepesini muhtemelen palayla falan açıyorlar, içine bir pipet koyup getiriyorlar, ben de tadına baktım ama hiç bir şeye benzemiyordu. Bizim bildiğimiz hindistancevizinin gayet net bir tadı ve kokusu vardır, bunun, yani suyunun o tadla alakası olmadığı gibi, aslında bir tadı da yok. Ama böyle bir şeyi deneyimlemenin keyfi başka tabi, ona bir diyeceğim yok. Ayrıca susuzluğu gidermekte bire birmiş. Suyunu içtikten sonra kaşıkla çeperlerindeki etli kısmı kazıyıp yiyorsun, beyaz, jöle gibi bişi, bunun tadında eser miktarda hindistancevizi kokusu var.

Melaka’da sokaklar daha ferah, çok yüksek binalar yok, şehir merkezindeki binalar genellikle 3-5 katlı, evler ise tek katlı. Bu Malezyalılar’ın villa anlayışlarını da zayıf buldum, bizdeki gibi dubleks, tripleks kurumları hiç gelişmemiş, tek evler hep tek katlı, 1-2 tane dubleks gördüm, allah bilir bunların da bodrum katı, çatı katı falan yoktur, bizdeki dubleks görünümlü 4,5’tan 5 katlı evleri anlatmak lazım bunlara, geri kalmışlar.

Yemekten sonra tekrar dolaşmaya başladık. Tapınaklara girip çıktık. Ve tabi Cheng Hoon Teng Tapınağı’nı da ziyaret ettik. Bu tapınak 17. yy.dan kalma ve Malezya’daki en eski Çin tapınağı.

Akşam eve döndüğümüzde bayağı yorulmuştuk. Ertesi gün de Sarawak’a (Borneo) gideceğiz, hazırlanmamız lazım, 3 gece kalacağız, epeyce eşya götürmek gerekiyor. Serap pasaportlarımızı unutmamamızı söyledi!!?? Buyur? Başka ülkeye gitmiyoruz ki, niye? Meğer Sarawak ve Sabah Malezya’ya dahil olurken böyle bir şartları olmuş. Gerçi memlekette tek gariplik bu değil tabi, aynı ABD’deki gibi eyaletlerin kendi kuralları, uygulamaları var. Örneğin 9 eyalette hafta sonu tatili Cumartesi-Pazar iken, 4 tanesinde Cuma-Cumartesi.

Arada bir televizyona bakıyoruz. Programlar aynı bizdeki gibi, dans yarışmaları, kabiliyet yarışmaları falan. Dünya gerçekten çok küçülmüş.

Sabah güzelce kahvaltımızı ettik, şoför bizi havaalanına götürmek üzere geldi. Çantaları bagaja koyduk, ablam öne biz arkaya, arabaya yerleştik. Kimseye garip gelen bi durum yok. Ne zaman ki şoför ablamın kapısını açıp üstüne oturmaya hamle etti, ablam (ve biz) birden farkettik ki, ablam güzelce şoför mahaline yerleşmiş, hatta kemerini bile takmış. Yani, seçici algılama diye buna diyorlar herhalde, insan koca direksiyonu, pedalları falan farketmez mi yahu, bizim olayı kabullenişimiz de cabası. Gülmekten gözlerimizden yaş geldi. Şoförümüz ise, suratında tek bir kas oynamadan kibarca ablamın çıkmasını bekledi. Yol boyunca, kıh pıh diye gülüp durduk.

Kuala Lumpur-Kuching (Sarawak’ın başkenti) arası 2 saate yakın bir uçak yolculuğu. Öğlen Kuching’e indik. Pasaport kontrolundan geçtik, 90 günlük vize verdiler. Yani pasaport olayı yetmemiş, bi de vize koymuşlar. Bizi orada Serap’ın anlaştığı bir şirketin minibüsü ile rehberi bekliyordu. Bütün gezi, ne zaman nereye gideceğiz, nerelerde yemek yiyeceğiz, vb, planlanmıştı. Rehberimizin adı Abdul Rahman, müslüman bir Malay. Önce otelimize (Riverside Majestic Hotel) gittik, 17. kattaki odalarımıza yerleştik. Bi keşif yapalım diye odadan çıktık, bi baktık bizim katta Executive Lounge var. Meğer bizi Serap'tan dolayı executive kata koymuşlar. Baktık güzel bir yer, hatta bi tarafında sigara içilebildiği için, mükemmel de denebilir. Yediğin önünde yemediğin ardında, istersen çay, istersen şarap getiriyorlar, üstüne de sigara, cennette olmalıyım. Cephesi boydan boya cam, güzel de bir kent manzarası var. Buradan gördüğüm kadarıyla Kuching, KL’e göre çok daha yayvan bir şehir, binalar normal boyutlarda, bir kaç tane yüksek bina var ama onlar da öyle devasa değil. Herşey pek hoş. Sonra rehberimiz bize bir şehir turu yaptırmak üzere geldi. Minibüse bindik, çıktık yola.

Sarawak Malezya’nın en büyük eyaleti, başkenti Kuching’in nüfusu 580 bin. En çok Malay ve Çinli var. Çinliler çoğunlukla ticaretle uğraşırken, Malay’lar hükümete çalışmayı, yani memur olmayı tercih ediyormuş. Çinlilerin, Katoliklerin kendi okulları var. Matematikte çok iyiler, uluslararası müsabakalarda hep derece alırlarmış. Rehberimiz okullarla pek ilgiliydi, kentteki bütün okulların önünden geçtik ve hepsini de tek tek anlattı bize. Şehrin ortasından Sarawak Nehri geçiyor. İki Belediyesi var, South City Hall ve North City Hall. South City Hall, bunların ulusal çiçeğinin şeklinden esinlenerek yapılmış, başaşağı duran borazan çiçeğine benziyor. Bu mimari çok hoşlarına gitmiş olmalı ki, yeni parlamento binalarının şekli de bunun bi benzeri ama çok daha görkemli ve biri mavi biri sarı. North City Hall ise daha geleneksel, kubbeli falan bir yapı.

“Kuching” Malayca kedi demekmiş. Yani isimleri kedi diye, yapmadıklarını bırakmamışlar. Kıç kadar şehirde 4 tane kedi heykeli var, öyle ufak tefek de değil, bayağı kocaman heykeller. Rehberimiz minibüsü birinin yanında durdurdu, fotoğraf çekelim diye, adama ayıp olmasın diye çektik tabi.

Sonra Çin Mahallesi’nden geçtik. Tua Pek Kong adındaki Çin tapınağını ziyaret ettik. Oldukça büyük, güzel bir tapınaktı. Gene tütsüler, kağıt yakmalar falan, ne gerekiyorsa yaptık. Ardından Sarawak Müzesi’ni de gezdikten sonra, Kedi Müzesi’ne gittik. Kedi Müzesi North City Hall’un içinde yer alıyor, kedi ile ilgili aklınıza gelen herşey var, Garfield’den kedi mezarına, Cat müzikalinin posterinden kedi mamalarına kadar herşey. Müzeden ziyade sergi gibiydi.

Sonra yeni Parlamento Binası’na gittik. Rehberimiz bu bina ile gurur duyuyordu, 3 günlük gezimiz boyunca, binanın göründüğü her yerde “bakın, buradan da görünüyor” diyip duruyordu. Oraya da girilmiyor zaten ama, rehberimiz bizi farklı açılardan fotoğrafını çekme ayrıcalığından mahrum etmek istemedi. Biz de gene ayıp olmasın diye suratımızda hayranlık ifadeleriyle fotoğraflar çektik tabi. Bunun hemen yanında Astana vardı. Astana, Sarawak’ın ilk beyaz Raja’sı James Brooke’un yeğeni Charles Brooke’un karısına evlilik hediyesi olarak 1870’de yaptırdığı bir ev. Bölgeyi o evden yönetmiş. Brooke’lar 3 nesil yönetmişler Sarawak’ı. Bu bina şimdi de Valilik Konutu olarak kullanılıyormuş.

Sonra, kentin Malay mahallelerinde bir tur attık, direkler üstüne yapılan geleneksel Malay evi örnekleri gördük. Akşam üstü otelimize döndük, Lounge’a yerleşip bi şeyler atıştırdık, içtik, vakit geçirdik. Akşam “yöresel yemekler” yiyeceğimiz lokantaya götürmek üzere Abdul Rahman geldi. Çin Mahallesinde Planet Sambal Cafe diye bir yere gittik. Masa donatılmıştı, saf, damardan Malay yemeği. Ekmek yok, yemekte su yerine bizdeki oralete benzeyen ama çok daha az tatlı bir meyve suyu içiyorlar, tatlı niyetine de daha çok meyve yiyorlar. Fakat adamların hiç ayarı yok, yemekleri o kadar çok koymuşlar ki, hiçbirini bitiremedik.

Arkası yarın...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder