10 Temmuz 2016 Pazar

Güzelçamlı Seyahati, Deniz'in Buzdolabı ile İmtihanı

12 Ağustos 2011

Görümcemin Güzelçamlı’daki yazlığına gidiyorum, Deniz benden 1 hafta önce Nebuş’la gitmişti, ben de otobüsle gideceğim. İşte o seyahat…

Banu:
Arabamız AŞTİ’den gece 23:30’da hareket edecek. Ben işten zor çıktığım için (iş çıkış saatinde hala bir toplantıdaydım ve neredeyse servisleri kaçırıp fazla mesai arabalarına kalacaktım, ki bu da 9’da evde olmam demek olacaktı ve daha yapmam gereken bir sürü iş vardı; Ablama gidip kedisini beslemek ve çiş kabını temizlemek, eve dönüp çiçekleri içeri almak ve sulama aparatlarını takmak, bulaşık makinasını çalıştırıp, işi bitince boşaltmak, evi ilaçlamak, kapıları, pencereleri kapamak, perdeleri çekmek, bu arada karnımı doyurmak, eşyaları valize yerleştirmek, kapıcıya gideceğimi haber vermek ve aidatı vermek, çaydanlık-kettle gibi aletlerdeki suları boşaltmak, çöpleri atmak, mutfak lavabosuna kokmasın diye tuz dökmek, televizyonları ve modemi kapamak, üstümü değiştirmek, vb) bir aksilik çıkacak diye aklım çıkıyor. Bu arada bir de internetten Pamukkale’nin peron numarasını öğrenip, bir de ayrıca gene internetten oğluma parfüm siparişi verdim.

En sonunda 11’e 10 kala taksiyi çağırdım. Tek valize, ayakkabılarım dahil, herşeyi tıkıştırdığım için ve koca valiz ağzına kadar dolu olduğu için biraz ağır olmuş ama ben, kendinden büyük oyuncak ayısını taşımaya çalışan bir çocuğun sarsak ve zorlu çabasına denk bir çabayla valizi 2 kat aşağıya indirdim. Taksici sokağa ters yönden girmişti. En son Gökçe’nin nikahına giderken çağırdığımız taksi de ters yönden gelmişti ve ben taksiye doğru giderken “e ama ters yönden gelmişiniz” diye hafif azar modunda söylenmiştim, şoför de “mecburen” gibi neye yoracağımı bilemediğim süper bir cevap vermişti. Ben tam “Niye? Direksiyonda sorun mu var?” gibi bir şey diyecektim ki, yanımdakiler, zaten telaşlı ve heyecanlı olduklarından “tamam Banu, neyse artık, binelim” diyerek hızımı kesmişlerdi. Şimdi de tam gene taksiciyi haşlamak üzere ağzımı açmıştım ki, ak sakallı dede bana göründü ve işaret parmağını dudaklarına götürerek “şşşşşt” dedi, “Adamları eğit eğit, nereye kadar? Hayatına devam etmen lazım”. Çenemi tuttum ve “iyi akşamlar” diyerek bindim taksiye. İşte böyle böyle, tamamen kendimize dönük, garip insanlar oluyoruz.

Ben neredeyse 20 yıldır otobüs yolculuğu yapmıyorum, yani katıldığımız 1-2 turu falan saymıyorum, şehirlerarası yolculuktan bahsediyorum, hani yanınıza lüzumsuz biri oturur, senle sohbet etmeye çalışır, bertaraf edemezsin, ter ve ayak kokuları burnuna gelir falan. Neyse, ben aklımca uyanıklık yapıp, bileti internetten alırken, arkasının boş olması sebebiyle orta kapının hemen önündeki koltuğu seçtim. Bunun 2 nedeni var. Birincisi “arka koltukta oturan öküz sendromu”; Bizim halkımız kendi hareketlerinin etki alanını asla bilemez. Örneğin dizini ön koltuğa dayadığı zaman, önde oturanın bunu, böğrüne dayanmış bir odun olarak hissettiğini hiç bilmez. Ya da ayağa kalkarken ön koltuğun iki yanındaki tutma yerlerinden kuvvet aldığı zaman o koltuğu bütün gücüyle kendine çektiğini ve o koltukta oturanı sarstığını bilmez. Ya da bacağını ön koltuğun altına doğru dümdüz uzattığında önde oturanın ayaklarına çarptığını farketmez. Hele çocuksa, hepten hapı yuttun, oturduğu yerde bacaklarını sallar, çin işkencesi gibi, arkana gayet düzenli aralıklarla “tak, tak, tak, tak” diye vurur. İşte, annesinin, bu hareketinin öndekini rahatsız edeceğini söyleyerek engellemediği bu çocuk, büyüyünce de yukarıda anlattığım hareketleri yapar.

Nasıl bilmezler, nasıl farketmezler bilmiyorum. Aslında biliyorum, çünkü bunlar öğrenmeyle ilgili. Okullardaki eğitimi bir yana koydum, artık ailelerde de bilgi, görgü, başkalarını rahatsız etmemek, özel alana saygı falan gibi kavramlar öğretilmediğinden, bu tip nüfus inanılmaz derecede artıyor ve bizler toplum içindeki ayrık otları olarak hayata tutunmaya çalışıyoruz.

Orta kapının hemen önündeki koltuğu seçmemin ikinci sebebi de bu “ayrık otu sendromu”; Uyumak için koltuğu yatıramam, diye düşündüm. Normalde arkada birinin oturması koltuğunu yatırmak isteyenler için asla bir engel teşkil etmiyor tabi ki ama ben, önümdeki yolcu koltuğunu yatırdığı zaman neredeyse kucağımda olmasından rahatsız olduğumdan, her ne kadar önümdekine bir şey diyemesem de, kendim aynı şeyi yaparak arkadakini rahatsız etmek istemiyorum. Böylece herkesin yerine herkesi düşünerek doğru mu yapıyorum yanlış mı, bilmiyorum. Ayrıca elbette koltuk seçimimde göz önünde bulundurduğum 88 parametrenin dışında kalan bir durum oldu ki, onu da ilerleyen satırlarda anlatacağım.

Taksi Konya Yolu’na döndü ve durdu, sanki mesai çıkışı Atatürk Bulvarı’ndayız, trafik ilerlemiyor. “Ay bu ne?” dedim, şoför de “Yazın burası hep böyle, AŞTİ’nin girişi çok kötü olduğundan, gece 1’e 2’ye kadar böyle burası” demez mi? İşte, dedim, olacağı buydu, otobüsü kaçıracağım. Neyse ki çok yavaş da olsa akan bir trafik vardı, biraz sonra AŞTİ’ye girdik ama hakikaten garip, dar bir giriş, 2 arabalık bir yol var, sağ şeritte dörtlüleri yakan durmuş-yani aklınızda bulunsun, 4’lüleri yakınca herşey mübah-yol tek şeride inmiş, taksici de kenara çekemediğinden yolun ortasında durdu mu sana? Arkada milyon tane araba var mı? Taksiden nasıl inip valizimi kapıp uçarcasına kendimi yolun kenarına attım bilmiyorum (demin anlattığım valizle nasıl uçtuğumu artık gözünüzün önüne getirin). Neyse, peronu kolay buldum. Çantamı bagaja verdim, arkadaşımı beklemeye başladım.

AŞTİ hınca hınç kalabalık, iğne atsan yere düşmez bir durumda. Gelen geçen çarpıyor, “pardon” falan hak getire tabi ki. İyice kenara çekildim ama her olayda olduğu gibi senin en doğru hamleyi yapman başkalarının yanlışlarına devam etmesini engellemiyor. Yani duvarın dibinde duruyorum, gene de gelip çarpıyorlar, vallahi inanılır gibi değil.

Neyse sonunda Güneş, oğlu ve kocasıyla geldi, Güneş ve oğluyla aynı otobüsteyiz, kocası sadece onları geçirmeye geldi. Biraz oyalanıp bindik arabamıza. İlk gözüme çarpan, yanımdaki pencerenin alt tarafında, kırılmış ve koli bandıyla tutturulmuş bir parça oldu. Sonra önümdeki koltuğun eğri olduğunu farkettim, normalde bunu farketmeyebilirdim ama koltukların arkasında ekran olduğundan, hemen gözümü rahatsız etti, neyse canım, dedim, otobüs biraz eski olabilir, sen hizmete bak. Onu da gördük...

Yanıma bir hanım kızımız oturdu. 25 yaşlarında falan, hah, dedim, gençler fazla konuşmaz. Haklı çıktım, fazla değil hiç konuşmadı çünkü bana küstü. Çünkü yanıma oturduktan yaklaşık 2 dakika sonra ona, aramıza koyup kendisine doğru yatırdığı laptop çantasının kıçı bacağıma dayandığından “bunu yukarı koyar mısınız?” dedim. “Yukarının kapağı yok da ondan” dedi, benim de dilimin ucuna kadar geldi “haa, tamam o zaman, bana dayayabilirsiniz” diyecektim. Sadece baktım. O da hafif tafralı bir eda ile çantayı ayaklarının dibine indirdi. Bu da ilginç, yani “beni rahatsız ettiğiniz için özür dilerim” durumu. İlişkimiz bununla sınırlı kaldı haliylen. Molada da ben inmeye hazırlandım, bu hiç oralı değil, “inmeyecek misiniz?” dedim. Hiç istifini bozmadan “hayır” dedi. “Ben ineceğim” dedim de bir zahmet kenara çekildi ama koltuktan kalkmadan, bacaklarını çekerek bana yol verdi, yani işimi kolaylaştırmayarak beni cezalandırıyor. Ben de onu sıkıştırarak çıkmak zorunda kaldım, kendine zararı oldu yani. Moladan sonra geri geldiğimde, tabi ki ayağa kalkarak yol verdi.

Otobüs AŞTİ’den hareket eder etmez, dondurma ikramı yapıldı. Oh oh, dedim, ikram bol herhalde. Almadım, o ayrı. Aradan biraz daha zaman geçti, çay kahve ikramı yaptılar. Sonra muavin çöpleri toplamadı ama olsun. Daha doğrusu topladı ama değişik bir formülle topladı, sanırım bir al iki atla gibi bir şeydi, neticede benimkini almadı.

Biraz bir şeyler seyrettim. Bu arada muavin servis yapacak, malzemeleri hazırlıyor ama tam benim koltuğun arkasında ve bir züccaciyeci dükkanındaki fil zerafetiyle (hesaba katmadığım 89. parametre). Yani yukarıda anlattığım, kendimi korumaya çalıştığım bütün olaylar tek tek gerçekleşti. Koltuğa dayanmalar, dolabın kapağını drankkadak kapamalar, koltuğuma tutunarak iş yapmalar falan, ne diyim valla, dolabın kapağını ikinci kere çaktığında dönüp baktım, hiç oralı değil, yani bir “afedersiniz, elimden kaçtı” falan bi mazeret söyle, mazeret söylemiyorsan bile bi özür dile di mi? Değil! Yok öyle özür falan, sen kimsin ki, altı üstü bi müşterisin, parayı verdim diye satın aldım mı zannettin, yürrrrüüüü… Neyse ki bu eziyetli süreç bir daha tekrarlanmadı, meğer bütün ikram falan, görüp göreceğimiz buymuş. Dilimiz damağımız kurudu ama hangisi daha kötü bilemedim, yani susuz kalmak mı yoksa ensende ikram hazırlanması mı? Bi de sabah taaaa Aydın’dan sonra mıydı neydi, yani inmemize 1 saat falan kala bi zahmet bi çay daha verdiler.

İlk ikramdan bir süre sonra tabi ki benim ekran bozuldu ve bir şey göstermemeye başladı, ben de ekranı kapatıp uyku moduna geçtim. Derken bir bağırış, çağırış “Ay bu ne? Nereden çıktı? Aaaa…” falan. Kızın biri korkudan yanındakinin üstüne tırmandı. Daha fazla kayıtsız kalamayıp dönüp baktım. Orta kapının merdivenlerinde bir kedi. Şaşırdım ama beni zerre kadar etkilemedi, fakat o kız korkudan bayılmak üzere. Muavin geldi. “Kaçak yolcu! Hahaha” muhabbeti falan. Muavin gitti şoförle konuştu, arabayı benzinlik gibi bir yerin önünde durdurup, kapıyı açıp kediyi dışarı attılar. Araba tekrar hareket etti. Birkaç km gittik ki, önde oturan bi ana-kız, “Demin ne oldu? Kedi mi? Ay o bizim kedimiz” şeklinde infial yarattılar. Meğer uyuyorlarmış, hiçbir şey duymamışlar. Ben “Bu kamera şakası olmalı” derken, kız kalktı, şoförün yanına gitti “Ama o kedi bizimdi, geri dönün” dedi. Şoför “Dönemem” dedi. Kız “Neyse parası veririm” dedi??!! Şoför “mesele para değil, otoyoldayız, taaa bilmem nereden dönmem lazım, döndükten sonra da geri bu tarafa dönmek için bilmem nereye kadar geri gitmem lazım” dedi. Biraz tartıştılar. Sonra otobüs durdu. Herkes (konuya kendini dahil sayan herkes ve sigara içmek isteyenler) aşağıya indi. Şoför bir yerleri aramış falan. 15 dakika kadar sonra otobüsümüz tekrar hareket etti. Anne-kız bu sefer muavin ile bir tartışmaya girdi, efendim, kediyi bagaja vermişlermiş, nasıl bilmezlermiş, kediye ilaç da vermişlermiş, kedi kafesinin kilidini açıp çıkmış (babababa, çilingir kedi), herhalde bagajdan içeriye geçiş varmışmış, oradan gelmişmiş, niye otobüste herkese sormamışlarmış? Muavin de tek tek cevap vermeye çalışıyor, ben bagaj almıyorum, bagajda kedi olduğundan haberim bile yok, koridorda “arabada kedi var” diye dolaşmışmış. Bunu söylerken tam da önümde oturan adama “abi sen duymadın mı?” dedi. Adamın “valla ben kendi imkanlarımla öğrendim” dediği an benim koptuğum andır. Yani güçlü bağlantıları varmış adamın, töbe estağfurullah. Güneş de, arkadaki tartışmalar sırasında (tahmin edileceği gibi bütün otobüs olayı her yönüyle değerlendirdi) “e vatandaş kedisini istiyor tabi” cümlesini kulaklarıyla duymuş. Ayrıca, daha sonraki konuşmalardan da anladığımız kadarıyla bagajdan bu tarafa bi geçiş varmış ama bu taraftan açılıyormuş, bagaj tarafından açılmıyormuş, yani muhtemelen kediyi değil sadece kafesini bagaja verdiler, kediyi de çantalarına koyup soktular içeri, uykuya dalınca da kedinin çantadan çıktığını farketmediler ve içeri hayvan sokmak yasak olduğu için bunu da söyleyemediler. Bu arada kedinin sahibi ana kız benim 2-3 sıra önümde oturuyorlar ve saatler süren telefon konuşmalarından bana fenalık geldi. Nasıl bir bağlantı kuruldu bilmiyorum ama, konuştuğu kişi muhtemelen şoförün kediyi bulmaya memur ettiği kişi ve hanım kızımız talimatlar veriyor, ay o bilmem ne yemez, ona şunu verin, şöyle yapın, sırtını kaşıyın, masal okuyun, bilmem ne. İnanılır gibi değil ama herhalde dediğini yapacak, yani neyse parası verecek ki bu kadar talepkar olabiliyor, diye düşündüm.

Ablamı düşündüm. Ablam, kızı kendisine “beni mi daha çok seviyorsun Yoda’yı mı (kedileri)?” diye sorduğunda bir an tereddüt eden bir kadın. Kedinin sabah ve akşam 2 öğünü var ve belirli bir kedi mamasında 22gr veriliyor. Seyahate gittiği zaman beni bir tek sebeple arar, kediyi beslemeyi unutuyor muyum diye, veya fazladan bir talimatı vardır, “yemek yerken sevilmekten hoşlanıyor, onu sev, okşa, kumlarını temizle, su kabına dikkat et, vb.” Yani anlayacağınız kedisine biraz düşkün. Yoda’yı bir otobüsün bagajına bırakmaktansa, bütün yolcuları bagaja koymayı tercih edebilir, ona koltuk alır, gerekirse dadı tutar, eğer izin vermezlerse otobüsü kiralayabilir, veya kedime yasak koyanlar beni de haketmezler, diye düşünerek, otobüsle hiçbir yere gitmez. Yani demem o ki, kedine bu kadar düşkünsen onu bagaja nasıl verdin? Hadi verdin, insan tetikte olmaz mı, her tıkırtı, her patırtıya zıplamaz mı? Orada kıyamet koptu, bağırış çağırış bilmem ne, hiç birini duymadı, valla aklım almıyor. Zaten bence sonradan muavine sormasının sebebi de, demin dediğim gibi, kediyi yanına aldığından yokluğunu farketmesi idi.

Mola yerine geldik. Güneş’le bu olaya güle güle yarım saati geçirdik. Tam otobüse bineceğiz, önümdeki kız (kediden korkan dangalak) elindeki sigarayı yere atmaz mı? 2,5 adım ötede çöp var. Kocaman bir çöp. Ben tabi gene çenemi tutamadım ve yüksek sesle “hayret bir şey yaa, şurada çöp var” dedim ama dönüp bakmadı bile. Ya duymadı ya da duymazdan geldi. Duymadığını düşünmek istiyorum çünkü sonraki birkaç seferde de gözümün önünde sigarayı yere atmaya devam etti. Yani duyduğu halde bunu yapamaz diye düşünüyorum ama o bile mümkün valla. Bir daha ağzımı açmadım. Ak sakallı dede ile kanka olduk.

Sonra biraz uyudum.  Daha doğrusu, uyumaya çalıştım. Arkamda oturan (orta kapının öbür tarafında) 2 bey (ya da bay, ya da öküz) ile muavinimiz, bir kahvedeymişçesine seslerini falan hiç sakınmadan, derin bir sohbete daldılar. Sonunda tabi ki bir hışım arkamı döndüm ve “beyler saat gecenin 4’ü, uyumaya çalışıyoruz, biraz sessiz olur musunuz?” dedim. Oldular ama sohbeti keserek değil, sadece volümü biraz düşürdüler. Gene de uyudum. Saat 6 gibi bir yerlerde durduk. Birileri indi-bindi falan. Birden farkettim ki, benim uyuyor sandığım için sesimi çıkarmadığım önümdeki yolcu televizyon seyrediyor. Yani kucağımda uyumak tamam da, tv seyretmek de bir yere kadar yani. Hemen adamın omuzuna bir “tık tık” operasyonu, adam döndü, “pardon, eğer uyumuyorsanız koltuğu kaldırabilir misiniz?” dedim. Hemen kaldırdı, bir daha da yatırmadı, en azından söyleyince anlayan bir kesim de var ama bu tecrübe, adamın bir dahaki seyahatinde koltuğunu yatırmasını engeller mi bilemem tabi.

Bütün bunlardan çıkan sonuç, benim tahammül eşiğim iyice düşmüş. Bundan sonra töbe bir daha otobüsle falan seyahat etmem. Gerekirse araba kiralarım, ya da helikopter, ama kesinlikle otobüse binmem.

15 Ağustos 2011

Banu:
Bunu unutmadan anlatmam lazım.
Biliyorsunuz yeni nesil buzdolaplarında (aslında yaklaşık 15 senedir çıkan buzdolaplarında) bir özellik var; Kapağı bir kere açtıktan sonra, içerideki ısı kaybını yerine koyana kadar, belli bir süre (modeline göre değişiyordur herhalde, 1-2 dak. falan) tekrar açmanızı engelliyor. Yani normalde rahatça açılan kapıyı ancak çok zorlarsanız açabiliyorsunuz, genellikle de bu engelle karşılaşınca hemen aklınıza geliyor zaten “ha ben bunu biraz sonra açmalıyım” diye. Ancak, daha sonra bu özelliği ömründe ilk defa duyduğunu söyleyen benim uzaylı kocam, buzdolabını arka arkaya ikinci defa açmaya çalışıp, açamayınca iyice asılmış. Elinde buzdolabının kulpuyla geldi. “E Deniz, niye zorladın, biraz bekleyip açıyoruz ya” dediğimde ise, dünyanın en boş gözleriyle bana baktı. Göz bebeklerinde Uranüs’ü gördüm. Gerçekten haberi yokmuş yani, inandım. Bunca sene bizim buzdolabını kırmadan nasıl yaşadık bilmiyorum. Ben Ege’ye anlatıyordum “bak oğlum, bir şey bir yere uymuyorsa, anahtar kilitte dönmüyorsa, pencere açılmıyorsa, vb. durumlarda zorlama, normalde işleyen bir şey o anda işlemiyorsa bir sebebi vardır, zorlarsan kırarsın…” falan, meğer asıl Deniz’e anlatmam gerekiyormuş.

Bitmedi.

Demin bi baktım tırım tırım bir şey arıyor. N’oldu? demesem mi acaba, dedim ama sonunda sordum. Yukarıdaki bahse konu buzdolabı iyi soğutmuyor. Acaba derecesi mi düşük, diye konuşmuştuk. Ona bakma gereği duymuş. Tamam, güzel, baksın tabi, ama ona bakarken, derece düğmesinin hemen üstündeki nal gibi uyarı yazısını okumadan, ortasındaki düğmeye niye basıyorsun? Yazıyı sonra okuyunca anlamış ki eritme düğmesine basmış. Şimdi de buzdolabının kitapçığını arıyor, eritmeyi geri almanın yolu var mı diye bakacak. “Yok canım” dedim, “yok, YOK! Ama ben varım, şimdi bi güzel buzdolabını eritir temizlerim BEN! Bayılırım zati bu işlere, sil, süpür, temizle… Ya Deniz, niye bilmediğin şeyleri kurcalıyorsun? Hem sen şu buzdolabından uzak durur musun? Valla kıracam kafanı”.

Şimdi, buzdolabının arkasındaki ızgarayı söküp “bak ne buldum” diye getirmesini bekliyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder