12
Ağustos 2011
Görümcemin
Güzelçamlı’daki yazlığına gidiyorum, Deniz benden 1 hafta önce Nebuş’la gitmişti,
ben de otobüsle gideceğim. İşte o seyahat…
Banu:
Arabamız
AŞTİ’den gece 23:30’da hareket edecek. Ben işten zor çıktığım için (iş çıkış
saatinde hala bir toplantıdaydım ve neredeyse servisleri kaçırıp fazla mesai
arabalarına kalacaktım, ki bu da 9’da evde olmam demek olacaktı ve daha yapmam
gereken bir sürü iş vardı; Ablama gidip kedisini beslemek ve çiş kabını
temizlemek, eve dönüp çiçekleri içeri almak ve sulama aparatlarını takmak,
bulaşık makinasını çalıştırıp, işi bitince boşaltmak, evi ilaçlamak, kapıları,
pencereleri kapamak, perdeleri çekmek, bu arada karnımı doyurmak, eşyaları
valize yerleştirmek, kapıcıya gideceğimi haber vermek ve aidatı vermek,
çaydanlık-kettle gibi aletlerdeki suları boşaltmak, çöpleri atmak, mutfak
lavabosuna kokmasın diye tuz dökmek, televizyonları ve modemi kapamak, üstümü
değiştirmek, vb) bir aksilik çıkacak diye aklım çıkıyor. Bu arada bir de
internetten Pamukkale’nin peron numarasını öğrenip, bir de ayrıca gene
internetten oğluma parfüm siparişi verdim.
En
sonunda 11’e 10 kala taksiyi çağırdım. Tek valize, ayakkabılarım dahil, herşeyi
tıkıştırdığım için ve koca valiz ağzına kadar dolu olduğu için biraz ağır olmuş
ama ben, kendinden büyük oyuncak ayısını taşımaya çalışan bir çocuğun sarsak ve
zorlu çabasına denk bir çabayla valizi 2 kat aşağıya indirdim. Taksici sokağa
ters yönden girmişti. En son Gökçe’nin nikahına giderken çağırdığımız taksi de
ters yönden gelmişti ve ben taksiye doğru giderken “e ama ters yönden
gelmişiniz” diye hafif azar modunda söylenmiştim, şoför de “mecburen” gibi neye
yoracağımı bilemediğim süper bir cevap vermişti. Ben tam “Niye? Direksiyonda sorun mu var?” gibi bir şey diyecektim ki, yanımdakiler,
zaten telaşlı ve heyecanlı olduklarından “tamam Banu, neyse artık, binelim”
diyerek hızımı kesmişlerdi. Şimdi de tam gene taksiciyi haşlamak üzere ağzımı
açmıştım ki, ak sakallı dede bana göründü ve işaret parmağını dudaklarına
götürerek “şşşşşt” dedi, “Adamları eğit eğit, nereye kadar? Hayatına devam
etmen lazım”. Çenemi tuttum ve “iyi akşamlar” diyerek bindim taksiye. İşte böyle
böyle, tamamen kendimize dönük, garip insanlar oluyoruz.
Ben
neredeyse 20 yıldır otobüs yolculuğu yapmıyorum, yani katıldığımız 1-2 turu
falan saymıyorum, şehirlerarası yolculuktan bahsediyorum, hani yanınıza
lüzumsuz biri oturur, senle sohbet etmeye çalışır, bertaraf edemezsin, ter ve
ayak kokuları burnuna gelir falan. Neyse, ben aklımca uyanıklık yapıp, bileti
internetten alırken, arkasının boş olması sebebiyle orta kapının hemen önündeki
koltuğu seçtim. Bunun 2 nedeni var. Birincisi “arka koltukta oturan öküz
sendromu”; Bizim halkımız kendi hareketlerinin etki alanını asla bilemez.
Örneğin dizini ön koltuğa dayadığı zaman, önde oturanın bunu, böğrüne dayanmış
bir odun olarak hissettiğini hiç bilmez. Ya da ayağa kalkarken ön koltuğun iki
yanındaki tutma yerlerinden kuvvet aldığı zaman o koltuğu bütün gücüyle kendine
çektiğini ve o koltukta oturanı sarstığını bilmez. Ya da bacağını ön koltuğun
altına doğru dümdüz uzattığında önde oturanın ayaklarına çarptığını farketmez.
Hele çocuksa, hepten hapı yuttun, oturduğu yerde bacaklarını sallar, çin
işkencesi gibi, arkana gayet düzenli aralıklarla “tak, tak, tak, tak” diye
vurur. İşte, annesinin, bu hareketinin öndekini rahatsız edeceğini söyleyerek
engellemediği bu çocuk, büyüyünce de yukarıda anlattığım hareketleri yapar.
Nasıl
bilmezler, nasıl farketmezler bilmiyorum. Aslında biliyorum, çünkü bunlar öğrenmeyle
ilgili. Okullardaki eğitimi bir yana koydum, artık ailelerde de bilgi, görgü,
başkalarını rahatsız etmemek, özel alana saygı falan gibi kavramlar öğretilmediğinden,
bu tip nüfus inanılmaz derecede artıyor ve bizler toplum içindeki ayrık otları
olarak hayata tutunmaya çalışıyoruz.
Orta kapının hemen önündeki koltuğu seçmemin ikinci sebebi de bu “ayrık otu sendromu”; Uyumak için koltuğu yatıramam, diye düşündüm. Normalde
arkada birinin oturması koltuğunu yatırmak isteyenler için asla bir engel
teşkil etmiyor tabi ki ama ben, önümdeki yolcu koltuğunu yatırdığı zaman
neredeyse kucağımda olmasından rahatsız olduğumdan, her ne kadar önümdekine bir
şey diyemesem de, kendim aynı şeyi yaparak arkadakini rahatsız etmek istemiyorum.
Böylece herkesin yerine herkesi düşünerek doğru mu yapıyorum yanlış mı,
bilmiyorum. Ayrıca elbette koltuk seçimimde göz önünde bulundurduğum 88
parametrenin dışında kalan bir durum oldu ki, onu da ilerleyen satırlarda
anlatacağım.
Taksi
Konya Yolu’na döndü ve durdu, sanki mesai çıkışı Atatürk Bulvarı’ndayız, trafik
ilerlemiyor. “Ay bu ne?” dedim, şoför de “Yazın burası hep böyle, AŞTİ’nin
girişi çok kötü olduğundan, gece 1’e 2’ye kadar böyle burası” demez mi? İşte,
dedim, olacağı buydu, otobüsü kaçıracağım. Neyse ki çok yavaş da olsa akan bir
trafik vardı, biraz sonra AŞTİ’ye girdik ama hakikaten garip, dar bir giriş, 2
arabalık bir yol var, sağ şeritte dörtlüleri yakan durmuş-yani aklınızda
bulunsun, 4’lüleri yakınca herşey mübah-yol tek şeride inmiş, taksici de kenara
çekemediğinden yolun ortasında durdu mu sana? Arkada milyon tane araba var mı?
Taksiden nasıl inip valizimi kapıp uçarcasına kendimi yolun kenarına attım
bilmiyorum (demin anlattığım valizle nasıl uçtuğumu artık gözünüzün önüne getirin).
Neyse, peronu kolay buldum. Çantamı bagaja verdim, arkadaşımı beklemeye
başladım.
AŞTİ
hınca hınç kalabalık, iğne atsan yere düşmez bir durumda. Gelen geçen çarpıyor,
“pardon” falan hak getire tabi ki. İyice kenara çekildim ama her olayda olduğu
gibi senin en doğru hamleyi yapman başkalarının yanlışlarına devam etmesini
engellemiyor. Yani duvarın dibinde duruyorum, gene de gelip çarpıyorlar,
vallahi inanılır gibi değil.
Neyse
sonunda Güneş, oğlu ve kocasıyla geldi, Güneş ve oğluyla aynı otobüsteyiz,
kocası sadece onları geçirmeye geldi. Biraz oyalanıp bindik arabamıza. İlk
gözüme çarpan, yanımdaki pencerenin alt tarafında, kırılmış ve koli bandıyla
tutturulmuş bir parça oldu. Sonra önümdeki koltuğun eğri olduğunu farkettim,
normalde bunu farketmeyebilirdim ama koltukların arkasında ekran olduğundan,
hemen gözümü rahatsız etti, neyse canım, dedim, otobüs biraz eski olabilir, sen
hizmete bak. Onu da gördük...
Yanıma
bir hanım kızımız oturdu. 25 yaşlarında falan, hah, dedim, gençler fazla
konuşmaz. Haklı çıktım, fazla değil hiç konuşmadı çünkü bana küstü. Çünkü
yanıma oturduktan yaklaşık 2 dakika sonra ona, aramıza koyup kendisine doğru
yatırdığı laptop çantasının kıçı bacağıma dayandığından “bunu yukarı koyar
mısınız?” dedim. “Yukarının kapağı yok da ondan” dedi, benim de dilimin ucuna
kadar geldi “haa, tamam o zaman, bana dayayabilirsiniz” diyecektim. Sadece
baktım. O da hafif tafralı bir eda ile çantayı ayaklarının dibine indirdi. Bu
da ilginç, yani “beni rahatsız ettiğiniz için özür dilerim” durumu. İlişkimiz
bununla sınırlı kaldı haliylen. Molada da ben inmeye hazırlandım, bu hiç oralı
değil, “inmeyecek misiniz?” dedim. Hiç istifini bozmadan “hayır” dedi. “Ben
ineceğim” dedim de bir zahmet kenara çekildi ama koltuktan kalkmadan,
bacaklarını çekerek bana yol verdi, yani işimi kolaylaştırmayarak beni
cezalandırıyor. Ben de onu sıkıştırarak çıkmak zorunda kaldım, kendine zararı
oldu yani. Moladan sonra geri geldiğimde, tabi ki ayağa kalkarak yol verdi.
Otobüs
AŞTİ’den hareket eder etmez, dondurma ikramı yapıldı. Oh oh, dedim, ikram bol
herhalde. Almadım, o ayrı. Aradan biraz daha zaman geçti, çay kahve ikramı
yaptılar. Sonra muavin çöpleri toplamadı ama olsun. Daha doğrusu topladı ama
değişik bir formülle topladı, sanırım bir al iki atla gibi bir şeydi, neticede
benimkini almadı.
Biraz
bir şeyler seyrettim. Bu arada muavin servis yapacak, malzemeleri hazırlıyor
ama tam benim koltuğun arkasında ve bir züccaciyeci dükkanındaki fil
zerafetiyle (hesaba katmadığım 89. parametre). Yani yukarıda anlattığım, kendimi
korumaya çalıştığım bütün olaylar tek tek gerçekleşti. Koltuğa dayanmalar,
dolabın kapağını drankkadak kapamalar, koltuğuma tutunarak iş yapmalar falan,
ne diyim valla, dolabın kapağını ikinci kere çaktığında dönüp baktım, hiç oralı
değil, yani bir “afedersiniz, elimden kaçtı” falan bi mazeret söyle, mazeret
söylemiyorsan bile bi özür dile di mi? Değil! Yok öyle özür falan, sen kimsin
ki, altı üstü bi müşterisin, parayı verdim diye satın aldım mı zannettin,
yürrrrüüüü… Neyse ki bu eziyetli süreç bir daha tekrarlanmadı, meğer bütün
ikram falan, görüp göreceğimiz buymuş. Dilimiz damağımız kurudu ama hangisi
daha kötü bilemedim, yani susuz kalmak mı yoksa ensende ikram hazırlanması mı?
Bi de sabah taaaa Aydın’dan sonra mıydı neydi, yani inmemize 1 saat falan kala
bi zahmet bi çay daha verdiler.
İlk
ikramdan bir süre sonra tabi ki benim ekran bozuldu ve bir şey göstermemeye başladı, ben
de ekranı kapatıp uyku moduna geçtim. Derken bir bağırış, çağırış “Ay bu ne?
Nereden çıktı? Aaaa…” falan. Kızın biri korkudan yanındakinin üstüne tırmandı.
Daha fazla kayıtsız kalamayıp dönüp baktım. Orta kapının merdivenlerinde bir
kedi. Şaşırdım ama beni zerre kadar etkilemedi, fakat o kız korkudan bayılmak
üzere. Muavin geldi. “Kaçak yolcu! Hahaha” muhabbeti falan. Muavin gitti şoförle
konuştu, arabayı benzinlik gibi bir yerin önünde durdurup, kapıyı açıp kediyi dışarı
attılar. Araba tekrar hareket etti. Birkaç km gittik ki, önde oturan bi
ana-kız, “Demin ne oldu? Kedi mi? Ay o bizim kedimiz” şeklinde infial
yarattılar. Meğer uyuyorlarmış, hiçbir şey duymamışlar. Ben “Bu kamera şakası
olmalı” derken, kız kalktı, şoförün yanına gitti “Ama o kedi bizimdi, geri
dönün” dedi. Şoför “Dönemem” dedi. Kız “Neyse parası veririm” dedi??!! Şoför
“mesele para değil, otoyoldayız, taaa bilmem nereden dönmem lazım, döndükten
sonra da geri bu tarafa dönmek için bilmem nereye kadar geri gitmem lazım”
dedi. Biraz tartıştılar. Sonra otobüs durdu. Herkes (konuya kendini dahil sayan
herkes ve sigara içmek isteyenler) aşağıya indi. Şoför bir yerleri aramış
falan. 15 dakika kadar sonra otobüsümüz tekrar hareket etti. Anne-kız bu sefer
muavin ile bir tartışmaya girdi, efendim, kediyi bagaja vermişlermiş, nasıl
bilmezlermiş, kediye ilaç da vermişlermiş, kedi kafesinin kilidini açıp çıkmış
(babababa, çilingir kedi), herhalde bagajdan içeriye geçiş varmışmış, oradan
gelmişmiş, niye otobüste herkese sormamışlarmış? Muavin de tek tek cevap
vermeye çalışıyor, ben bagaj almıyorum, bagajda kedi olduğundan haberim bile
yok, koridorda “arabada kedi var” diye dolaşmışmış. Bunu söylerken tam da
önümde oturan adama “abi sen duymadın mı?” dedi. Adamın “valla ben kendi
imkanlarımla öğrendim” dediği an benim koptuğum andır. Yani güçlü bağlantıları
varmış adamın, töbe estağfurullah. Güneş de, arkadaki tartışmalar sırasında
(tahmin edileceği gibi bütün otobüs olayı her yönüyle değerlendirdi) “e
vatandaş kedisini istiyor tabi” cümlesini kulaklarıyla duymuş. Ayrıca, daha
sonraki konuşmalardan da anladığımız kadarıyla bagajdan bu tarafa bi geçiş
varmış ama bu taraftan açılıyormuş, bagaj tarafından açılmıyormuş, yani
muhtemelen kediyi değil sadece kafesini bagaja verdiler, kediyi de çantalarına
koyup soktular içeri, uykuya dalınca da kedinin çantadan çıktığını
farketmediler ve içeri hayvan sokmak yasak olduğu için bunu da söyleyemediler.
Bu arada kedinin sahibi ana kız benim 2-3 sıra önümde oturuyorlar ve saatler
süren telefon konuşmalarından bana fenalık geldi. Nasıl bir bağlantı kuruldu
bilmiyorum ama, konuştuğu kişi muhtemelen şoförün kediyi bulmaya memur ettiği
kişi ve hanım kızımız talimatlar veriyor, ay o bilmem ne yemez, ona şunu verin,
şöyle yapın, sırtını kaşıyın, masal okuyun, bilmem ne. İnanılır gibi değil ama
herhalde dediğini yapacak, yani neyse parası verecek ki bu kadar talepkar
olabiliyor, diye düşündüm.
Ablamı
düşündüm. Ablam, kızı kendisine “beni mi daha çok seviyorsun Yoda’yı mı
(kedileri)?” diye sorduğunda bir an tereddüt eden bir kadın. Kedinin sabah ve
akşam 2 öğünü var ve belirli bir kedi mamasında 22gr veriliyor. Seyahate
gittiği zaman beni bir tek sebeple arar, kediyi beslemeyi unutuyor muyum diye,
veya fazladan bir talimatı vardır, “yemek yerken sevilmekten hoşlanıyor, onu
sev, okşa, kumlarını temizle, su kabına dikkat et, vb.” Yani anlayacağınız
kedisine biraz düşkün. Yoda’yı bir otobüsün bagajına bırakmaktansa, bütün yolcuları
bagaja koymayı tercih edebilir, ona koltuk alır, gerekirse dadı tutar, eğer
izin vermezlerse otobüsü kiralayabilir, veya kedime yasak koyanlar beni de
haketmezler, diye düşünerek, otobüsle hiçbir yere gitmez. Yani demem o ki,
kedine bu kadar düşkünsen onu bagaja nasıl verdin? Hadi verdin, insan tetikte
olmaz mı, her tıkırtı, her patırtıya zıplamaz mı? Orada kıyamet koptu, bağırış
çağırış bilmem ne, hiç birini duymadı, valla aklım almıyor. Zaten bence
sonradan muavine sormasının sebebi de, demin dediğim gibi, kediyi yanına
aldığından yokluğunu farketmesi idi.
Mola
yerine geldik. Güneş’le bu olaya güle güle yarım saati geçirdik. Tam otobüse
bineceğiz, önümdeki kız (kediden korkan dangalak) elindeki sigarayı yere atmaz
mı? 2,5 adım ötede çöp var. Kocaman bir çöp. Ben tabi gene çenemi tutamadım ve
yüksek sesle “hayret bir şey yaa, şurada çöp var” dedim ama dönüp bakmadı bile.
Ya duymadı ya da duymazdan geldi. Duymadığını düşünmek istiyorum çünkü sonraki
birkaç seferde de gözümün önünde sigarayı yere atmaya devam etti. Yani duyduğu
halde bunu yapamaz diye düşünüyorum ama o bile mümkün valla. Bir daha ağzımı
açmadım. Ak sakallı dede ile kanka olduk.
Sonra
biraz uyudum. Daha doğrusu, uyumaya
çalıştım. Arkamda oturan (orta kapının öbür tarafında) 2 bey (ya da bay, ya da
öküz) ile muavinimiz, bir kahvedeymişçesine seslerini falan hiç sakınmadan,
derin bir sohbete daldılar. Sonunda tabi ki bir hışım arkamı döndüm ve “beyler
saat gecenin 4’ü, uyumaya çalışıyoruz, biraz sessiz olur musunuz?” dedim.
Oldular ama sohbeti keserek değil, sadece volümü biraz düşürdüler. Gene de
uyudum. Saat 6 gibi bir yerlerde durduk. Birileri indi-bindi falan. Birden
farkettim ki, benim uyuyor sandığım için sesimi çıkarmadığım önümdeki yolcu
televizyon seyrediyor. Yani kucağımda uyumak tamam da, tv seyretmek de bir yere
kadar yani. Hemen adamın omuzuna bir “tık tık” operasyonu, adam döndü, “pardon,
eğer uyumuyorsanız koltuğu kaldırabilir misiniz?” dedim. Hemen kaldırdı, bir
daha da yatırmadı, en azından söyleyince anlayan bir kesim de var ama bu
tecrübe, adamın bir dahaki seyahatinde koltuğunu yatırmasını engeller mi
bilemem tabi.
Bütün
bunlardan çıkan sonuç, benim tahammül eşiğim iyice düşmüş. Bundan sonra töbe
bir daha otobüsle falan seyahat etmem. Gerekirse araba kiralarım, ya da helikopter,
ama kesinlikle otobüse binmem.
15
Ağustos 2011
Banu:
Bunu unutmadan anlatmam lazım.
Biliyorsunuz
yeni nesil buzdolaplarında (aslında yaklaşık 15 senedir çıkan buzdolaplarında)
bir özellik var; Kapağı bir kere açtıktan sonra, içerideki ısı kaybını yerine
koyana kadar, belli bir süre (modeline göre değişiyordur herhalde, 1-2 dak.
falan) tekrar açmanızı engelliyor. Yani normalde rahatça açılan kapıyı ancak
çok zorlarsanız açabiliyorsunuz, genellikle de bu engelle karşılaşınca hemen
aklınıza geliyor zaten “ha ben bunu biraz sonra açmalıyım” diye. Ancak, daha
sonra bu özelliği ömründe ilk defa duyduğunu söyleyen benim uzaylı kocam,
buzdolabını arka arkaya ikinci defa açmaya çalışıp, açamayınca iyice asılmış.
Elinde buzdolabının kulpuyla geldi. “E Deniz, niye zorladın, biraz bekleyip
açıyoruz ya” dediğimde ise, dünyanın en boş gözleriyle bana baktı. Göz
bebeklerinde Uranüs’ü gördüm. Gerçekten haberi yokmuş yani, inandım. Bunca sene
bizim buzdolabını kırmadan nasıl yaşadık bilmiyorum. Ben Ege’ye anlatıyordum
“bak oğlum, bir şey bir yere uymuyorsa, anahtar kilitte dönmüyorsa, pencere
açılmıyorsa, vb. durumlarda zorlama, normalde işleyen bir şey o anda
işlemiyorsa bir sebebi vardır, zorlarsan kırarsın…” falan, meğer asıl Deniz’e
anlatmam gerekiyormuş.
Bitmedi.
Demin
bi baktım tırım tırım bir şey arıyor. N’oldu? demesem mi acaba, dedim ama
sonunda sordum. Yukarıdaki bahse konu buzdolabı iyi soğutmuyor. Acaba derecesi
mi düşük, diye konuşmuştuk. Ona bakma gereği duymuş. Tamam, güzel, baksın tabi,
ama ona bakarken, derece düğmesinin hemen üstündeki nal gibi uyarı yazısını
okumadan, ortasındaki düğmeye niye basıyorsun? Yazıyı sonra okuyunca anlamış ki
eritme düğmesine basmış. Şimdi de buzdolabının kitapçığını arıyor, eritmeyi
geri almanın yolu var mı diye bakacak. “Yok canım” dedim, “yok, YOK! Ama ben
varım, şimdi bi güzel buzdolabını eritir temizlerim BEN! Bayılırım zati bu
işlere, sil, süpür, temizle… Ya Deniz, niye bilmediğin şeyleri kurcalıyorsun?
Hem sen şu buzdolabından uzak durur musun? Valla kıracam kafanı”.
Şimdi,
buzdolabının arkasındaki ızgarayı söküp “bak ne buldum” diye getirmesini
bekliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder