Ertesi
sabah, Sarawak Cultural Village’a gitmek üzere yola çıktık. Kuching’e 35 km
mesafede, ormanın içinde, Sarawak’ın tarihinde yer alan 7 etnik grubun otantik
etnik evlerini içeren, yaşantıları, kültürleri ile ilgili doğal ortamları
yaratılarak hem bilgi vermeyi hem eğlendirmeyi
amaçlayarak 17 dönüm içinde yaratılmış, yaşayan müze gibi bir yer. Buraya girerken herkese sembolik birer pasaport veriyorlar, “en zevkli ve unutulmayacak deneyim” pasaportu. Bizim rehberimiz bunları bizim için alıp hazır etmişti, bunu ziyaret ettiğiniz her evde damgalatıyorsunuz. Hava çok sıcak ve nemliydi. Evleri gezerken bir ara bir baktım çenemden ter damlıyor, o raddede yani. Ama bütün evleri gezdik, katiyen pes etmedik, yılmadık, yıkılmadık.
amaçlayarak 17 dönüm içinde yaratılmış, yaşayan müze gibi bir yer. Buraya girerken herkese sembolik birer pasaport veriyorlar, “en zevkli ve unutulmayacak deneyim” pasaportu. Bizim rehberimiz bunları bizim için alıp hazır etmişti, bunu ziyaret ettiğiniz her evde damgalatıyorsunuz. Hava çok sıcak ve nemliydi. Evleri gezerken bir ara bir baktım çenemden ter damlıyor, o raddede yani. Ama bütün evleri gezdik, katiyen pes etmedik, yılmadık, yıkılmadık.
Sarawak’ta
yaşayan halkların kendilerine özgü evlerine “Longhouse” deniyor. Hala
Longhouse’larda yaşayanlar var ama bir çoğunda artık modern donanımlar, uydu
yayını falan var.
Rumah
Cina: Çin Çiftlik Evi. Çinliler buraya 19.yy başlarında, zamanın Sarawak
Raja’sının ülkede tarımı geliştirmek için başlattığı özel bir göç programı
çerçevesinde gelmişler. Şu anda Sarawak nüfusunun üçte biri Çinli. Bu evler
diğer yerel geleneksel evlerin aksine, tabana oturtulmuş. Eve girdik, çin
şapkaları ve sepetleriyle fotoğraf çektirdik, bizdeki değirmen prensibiyle
çalışan pirinç öğüttükleri bir alete bakıyorduk ki, elimde bir hareket
hissettim, baktım, fıstık yeşili bir tırtıl, “ay ay abla abla” diye feryadımı
duyanlar, ablamın daha sonra dalga geçtiği gibi, dev tırtılların saldırısına
uğradığımı sanabilir, eh, dev olmasa da bir tırtıl saldırısı olduğu doğru.
Panikle elimi savurdum, hayvan bi yere gitti ama görmedim, ablam “tamam, gitti
işte, yok” derken bir baktım, elimdeki fotoğraf makinasının üstünde “ay ay işte
burada, al şunu al çabuk” derken, neyse dev tırtılı lazer tabancasıyla bertaraf
ettik. Bu arada rehberimiz hafif gerildi,
muhtemelen “aha da sıçtık, ormanın içindeyiz, bu kadın tırtıla bu kadar
olay çıkarıyorsa, böcek möcek görürsek boku yedik, şunları bırakıp kaçsam mı
acaba” diye düşünüyordu ama bundan sonrasında hiç bir vukuat olmadı.
Rumah
Melayu: Malay evi. Direkler üstüne oturtulmuş, ağaçtan yapılma bir ev.
Verandası var. Konuklar verandaya girmeden seslenirlermiş, biri çıkıp
karşılayana kadar verandaya çıkamazmış. Bu evde kadınlar “love letter” denen
geleneksel bir... bir... yiyecek bir şey yapıyorlar. Tadı bizim dondurma
külahına benzeyen bir şey.
Rumah
Melanau: Bu halk Sarawak’ın kıyı şeridinin orta bölgesinde yaşıyor. Korsan
saldırılarından korunmak için evlerini 40 feet (yaklaşık 12 mt) uzunluğundaki
direklerin üstüne yapıyorlar. Saldırı olursa, korsanlar yukarı tırmanamadan
başlarından aşağı kaynar su, yağ falan döküyorlarmış. Melanau’ların diğer
Borneo halklarından en önemli farkı, pirinç yerine, kıyı şeridindeki
bataklıklarda yetişen, Sago denilen 10 m yüksekliğinde bir tür palmiye ağacının
kabuğunun iç tarafındaki kısmını yiyor olmaları. Tabi ki bunu maymun gibi
kemirmiyorlar, proses ediyorlar, en son bizim kuskusa benzeyen minik toplar
haline getiriyorlar. Tadı nişastaya benziyor, kuruyemiş gibi de yiyorlar,
yemeklere de katıyorlar.
Rumah
Orang Ulu: Yukarı Nehir Sakinlerinin evi. Bu halk kılıç yapımında ustaymış.
Bölgelerinde keşfettikleri demir madeninden çıkardıkları demirden kılıç
yapıyorlarmış. Orang Ulu’lar evlerini çok sağlam, evladiyelik yaparlar,
kuşaklar boyunca kullanırlarmış. Tarımla uğraştıkları ve sulama konusunu sanata
çevirdikleri için yeni yaşam alanları aramak zorunda kalmazlarmış. Diğer
halklardan farklı olarak bu toplulukta sınıflar oluşmuş. Üst tabakanın
şapkaları çok renkli, gösterişli iken, alt tabakanın daha gösterişsiz, basit
şapkaları var. Ayrıca Orang Ulu’lar vücutlarına dövme yapıyorlar.
Rumah
Penan: Penanlar, ormanın ürkek göçmen kabilesi. Borneo’nun iç taraflarındaki
bakir ormanların içinde yaşıyorlar. Evlerini, vahşi sago ağaçlarının yanında,
bir kaç hafta veya aylığına, derme çatma yapıyorlar. Yemeklerini depoluyorlar,
bittiğinde yer değiştiriyorlar. Penanların en önemli özelliklerinden biri,
blowpipe (bir tarafından üfleyerek zehirli ok atılan ağaç boru) yapma ve
kullanmadaki ustalıkları.
Rumah
Iban: Evlerini nehir kenarına yapan Ibanlar “sea dayak” olarak da biliniyorlar.
Dayak, özellikle Borneo’nun iç kısımlarında yaşayan yerli halklara verilen
isim. Ibanlar bunların bir kolu ve kolonyel dönemde İngilizler bunlara “Sea
Dayaks” demiş. Ibanlar savaşçı bir kabile ve kafatası avcılığı ile ünlüler.
Ibanlar tarım yapıyor ve kullandıkları alan verimsiz olana kadar, ortalama
15-20 yıl aynı yerde kalıyorlar, sonra toparlanıp, nerede taze toprak
bulurlarsa oraya tekrar yerleşiyorlar. Kafataslarını tazeyken (töbe töbe)
evlerin tavanına, kokudan rahatsız olmamak için yükseğe asıyorlar. Kafatası
sahibi olmak bir itibar sağlıyor. Evlerini gemilerin yüzebileceği kadar derin
nehirlerin kıyısına yapıyorlar ve ulaşım ancak nehirden olabiliyor.
Rumah
Bidayuh: İlk Avrupalı gezginler, evlerini akarsu yakınlarında ama dağların dik
yamaçlarına yapan Bidayuhlara “Land Dayaks” demişler. Akarsuya bent yapıp,
biriken suyu bambularla evlerine getiriyorlar. Bidayuhlar ayrıca şeker
kamışının suyunu çıkarabiliyorlar.
Bu
halkların hepsi hala yaşıyor. Bir kısmı hala, burada gördüğümüz geleneksel
evlerde yaşıyormuş. Sarawak nufusundaki oranları şöyle:
Çinli:
%28
Malay:
%19
Melanau:
%5.8
Orang
Ulu: %5.5
Penan:
%4.5
Iban:
%29
Bidayuh:
%8.4
Bu
turu tamamladıktan sonra, en son, burada gördüğümüz halkların danslarından
oluşan bir folklor gösterisi izledik. Sonra da oradaki restoranda yerel
yemekler yedik. Dün akşam yediklerimize benziyordu, gene ayar yoktu. Burada
içecek olarak hindistancevizi suyu getirdiler, pek sevindim, canım çektiydi.
Otele
döndük. Rehberimiz saat 5’de nehir gezisi için bizi almaya geleceğini
söyleyerek ayrıldı. Biz de yakındaki Çin mahallesine gittik. Bi numara yoktu,
hırdavatçılar, otomobil parçası satıcıları, çalı süpürgesinden kreme kadar
herşeyin satıldığı bakkal cinsi yerler, küçük kötü lokantalar, yoğun bir koku.
Otele dönüp kendimizi güzel lounge’ımıza attık.
Saat
5’te geldi Abdul Rahman, minibüse bindik, kıyıya gittik, küçük ama özel bir
tekne bizi bekliyordu. Nehirde bir yukarı bir aşağı dolaştık. Nehrin otelimizin
olduğu tarafı temiz, modern, zengin bir görüntü sergilerken, karşı tarafı tam
bir sefalet içerisinde gibiydi. Nehrin kenarında dizilmiş yıkık dökük, derme
çatma evler, pis nehir suyuna giren çocuklar, nehire çöplerini boşaltanlar,
falan, tuhaftı yani. Bu arada bu nehirde de timsah varmış ama şehir tarafına
gelmiyorlarmış.
Akşam
yemeği için Hilton’un karşısında Gossip Cafe diye bir yere gittik. Geleneksel yemekler yedik. Gene. Hepsi aşağı
yukarı birbirine benziyor.
Ertesi
sabah Orang-Utan’ları (“orang” insan, adam demek, “utan” da orman) görmek üzere
Semenggok Rehabilitation Centre’a doğru yola çıktık. Burası Kuching’in 20 km
kadar kuzeyinde, çeşitli şekillerde bebekken kurtarılmış (kaçak avcılar bebeği
kaçırıp satıyorlar, bunun için de anneyi öldürmeleri gerek, başka türlü
alamıyorlar. Bunların elinden bir şekilde kurtarılan bebekler de rehabilite
edilmek üzere buraya getiriliyorlar çünkü bebek orangutanlar 2 yaşına kadar
annesinin üstünde, 4 yaşına kadar da annesinin yanında büyüyor, anne olmayınca
ne yapacağını bilemiyor) ve vahşi hayatta yaşayabilmek üzere rehabilite
edildikten sonra tekrar ormana bırakılmış orangutanların yaşadığı bir bölge.
Genellikle başlarının çaresine bakabiliyorlar ama ormanda meyvelerin azaldığı
zamanlarda karınlarını doyurmak için buradaki beslenme alanına da
gelebiliyorlar. Burada 30 kadar orangutan var ve hepsinin de ismi var. Sürünün
lideri Richy 49 yaşında, avcılar 2 yaşındayken annesini öldürüp bunu
kaçırmışlar. Richy adında bir gazeteci bunun satıldığını görmüş, para verip
hayvanı almış ve buraya getirmiş. Adını da bundan dolayı Richy koymuşlar.
Buranın ilk müşterisi olabilir ama bilmiyorum.
Beslenme
saatinde oradaydık. Önce bir yetkili brifing verdi. Yanınızda yiyecek içecek
taşımayın, sessiz olun, fotoğraf çekerken flaş kullanmayın sinirleniyorlar, siz
onları görmeden çok önce onlar sizi yukarıdan görür, özellikle genç
orangutanlar kopardıkları kuru dalları kafanıza atabilir, bunlar evcil hayvan
değillerdir, eğer yaklaşan biri olursa kek gibi “ay orangutanla resim
çektireyim” diye sakın yanına gitmeyin, yoksa arkadaşlarınıza göstereceğiniz
daha kalıcı bir şeyiniz olur, sizi ısırırlar (ama bi resimler var girişte,
yaralar ısırmaktan ziyade koparmaya yakın görünüyor), ... Sonra başladık
ormanın içinde yürümeye, ablam “sankim adeta ormanın içinde yürüyoruz” dedi.
Abla, dedim, ormanın içindeyiz zaten. Ama patikadan yürüyormuşuz, sayılmazmış
(!!??), babababa, hanım kendini Indiana Jones filminde zannetti, palayla
kendimize yol açmadığımız ormana orman demiyor. Ben sağdan soldan gelen
hışırtılar eşliğinde her an üstüme düşebilecek börtü böceğe veya ayağıma
sarılabilecek muhtelif sürüngenlere değil orangutanlara fokuslanmaya
çalışıyorum, enerjim tükenmiş, kadın zevzeklik yapıyor, “bana bak, sus yoksa
seni orangutanlara veririm” dedim.
200
mt kadar ileride bir izleme platformu var, zaten oradan öteye gidilmiyor. Ama
çevresinde tel örgü veya herhangi bir koruma falan yok, öyle açıkta duruyorsun.
Bunun 50 mt kadar ilerisinde de bir başka platform var, bir görevli elinde
kocaman bir meyve sepetiyle orada duruyor. Az sonra yukarıda bir hareketlenme
oldu. Bir kaç tanesi gelmeye başladı. Bir tanesi platforma indi, görevliden bir
kaç tane muz aldı gitti. Biri daha böyle geldi gitti. Derken Richy geldi. Richy
de Richy yani, kocaman bir şey, diğerlerinden çok iri, o gelirken görevli bütün
meyveleri platformun üzerine boşalttı ve uzaklaştı. Richy geldi, meyvelerin
başına oturdu, tek tek yemeğe başladı. O oradayken diğer orangutanlardan hiç
biri gelemedi, sadece bir anne, sanırım anne olmanın ayrıcalığını kullanıyordu,
geldi, Richy’nin önünden bir kaç meyve aldı ve hızlıca uzaklaştı. Sonra Abdul
Rahman geldi, orangutan değil, rehberimiz olan, öbür tarafta bir başka beslenme
alanında anneyle bebeği (bebek 2 yaşına yakınmış) besleyeceklerini söyledi,
koşa koşa geri gittik. Gerçekten adamın biri, kucağında meyve sepetiyle, bir de
içi süt dolu koca bir biberon, hemen önümüzde duruyor. Önce annenin dikkatini
çekmeye çalıştı, anne bebeğiyle gelirken 3-5 mt ötemizde, küçük bir platforma
meyveleri döktü, biberonu bıraktı. Bebek annenin üstünde, bi karnına tutunuyor,
bi başına çıkıyor, dolanıp duruyor, anne de üstünde sinek varmış gibi gayet
rahat hareket ediyor, inanılmaz güzeldiler. Anne halatların üstünden gelirken,
ağaca bir kaç metre kala bebeği üzerinden ayırıyor ve halata tutunarak ağaca
varmasını sağlıyor. Yani eğitiyor. Platforma geldiler, anne uzandı, biberonu
aldı ve bi güzel içti, yavru da aradan uzanarak meyve almaya çalışıyor, sonunda
indi aşağıya, bir eli ile annesini tutarak (bağlantıyı koparmıyor) bir muz aldı
garibim, ah çocuum ah çocuum, bu kadından sana hayır yok, bak başının çaresine.
Sonra görevli, bir hindistancevizi verdi anneye. O kapkalın yeşil kabuğu
dişiyle cırt cırt soyuverdi, soyduğu parçalardan birini de yavrusuna verdi, o
da onu kemirdi, ikiye ayırdı falan. Yani eğitim devam ediyor. Anne sonunda
kahverengi kısma geldi, onu da ağaca vura vura kırdı, akan suyu hem bebeğine
içirdi hem kendi içti. Bir süre daha onları seyrettikten sonra timsahların
beslenme saatini kaçırmamak için Jong’s Crocodile Farm’a doğru yola çıkmak
üzere oradan ayrıldık.
Jong’s
Crocodile Farm, Semenggok’dan 8-10 km ötede. Burası hayvanat bahçesi gibi bir
yer, esas olarak her taraf timsah
kaynıyor (burada elbette tel örgüler var) ama ayrıca bir kaç maymun, oklu
kirpi, hornbill, sunbear falan var. Sunbear, bir ayı türü, pigme ayı, yani
yetişkinleri, normal bir ayının yavrusundan biraz iri, kapkara sevimli bir şey.
Kirpi deyince de öyle küçük çizgi film kirpileri gelmesin aklınıza, bunlar
kocaman, neredeyse benim kadarlar, biraz abartmış olabilirim ama en az 25-30 kg
falan varlar. Bir de maymunlar var, küçük maymunlar, niyeyse ayrı kafeslere
koymuşlar, kafes dediysem öyle küçük kafes değil, kocaman yaşam alanları var.
İki tanesi tel örgünün arkasında karşı karşıya oturmuşlar, sakin, huzurlu bir
şekilde birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlardı. Biraz ileride de 3-5 Çinli adam
hobarey yapıyorlar, biri elinde bir sopayla gelip maymunlardan birini dürtmeye
başlamaz mı? Hayvan önce oralı olmadı, adam devam edince birden çıldırdı,
sopayı kopardı, ucu zıptın gibi oldu, öküz herif devam ediyor, zavallı maymun
da şuursuzca saldırıyor, ağzını burnunu parçalayacak. Biz bu arada armut
toplamıyoruz tabi, 4 kadın avaz avaz “dur yapma, kes şunu, n’apıyorsun,
dursana” diye bağrınıyoruz, hayvan herif hiç oralı değil, biz artık hafiften
adama doğru hamle yapınca döndü arkasını yürümeye başladı. Demet hırsını
alamadı, adamın arkasından “are you happy now?” diye bağırdı. Demet de 45 kg,
küçücük bir kadın, adam bi çaksa yarısı boşa gider ama bizim de sayı
üstünlüğümüz var. Allaan su katılmamış öküzü, süzme hayvan, bize gülerek bakıp
gitti. Hani şeytan diyor ki atla kafasına, parça pinçik yap, koy bi kafese,
sopayla da değil, kaktüsle kıçını dürt. Uzunca bir süre arkasından söylendikten
sonra sakinleyebildik.
Timsahların
beslenmelerinin izlenmesi için de bir yer yapmışlar. Timsahların olduğu kocaman
göletin önünde, bu sefer tel örgülerin ardında, oturma yerleri var. Göletin
üstünde boydan boya gerilmiş bir ip var, buraya çengelle kocaman bir et parçası
takıp göletin ortasına doğru getiriyorlar. Timsah önce bir süre eti izliyor, sonra
sudan biraz yükselip biraz daha izliyor, sonra bir sıçrıyor, aklınız durur, o
koca hayvan neredeyse boyu kadar sıçrıyor. Ama tabi bunlar orangutanlar kadar
sevimli değildi.
Buradan
da ayrılıp, yol üstünde The Banquet diye bir yere öğle yemeğine gittik. Gene
geleneksel yemekler ama bu sefer biraz daha Çin yemeğine yakındı. 3. yemekten
sonra herkes doymuştu ama adamlar getirdikçe getiriyor, ben kendimi hiç
zorlamadım tabi, sadece her gelen yemeğin tadına baktım ama kızlar, yemezsek
ayıp olur diye her geleni yediler, bir nevi bokunu çıkardılar. 8-10 çeşit falan
yemek geldi, düşünün yani. Ben artık kızları dehşet içinde izliyordum. Ondan
sonra da o kadar yemekten rahatsız olup, öf, pöf, diye başladılar.
Yemekten
sonra otelimize döndük. Abdul Rahman’dan ayrıldık, artık ertesi sabah bizi
havaalanına götürmeye gelecek. Önce lounge’ımıza gidip bir şeyler içtik. Bu
arada bu lounge da sayemizde en yoğun günlerini yaşadı, valla 4 gün boyunca ne
zaman oraya gitsek bizden başka kimse yoktu. Bizim için mükemmeldi tabi, sanki
özel salonumuzdaydık. Sonra otelden çıktık, bir sürü dükkanın olduğu bir sokak
bulduk, yanyana onlarca hediyelik eşya dükkanı, epeyce dolanıp biraz alışveriş
yaptık.
Akşam
yemeğimiz oteldeydi. İndik lokantaya, menü geldi, ben artık geleneksel yemekten
kusacam, baktım Batı Mutfağı diye bir sayfa var, ulan dedim, bunlara da kendi
baharatlarını falan koyuyorlar mı acaba? Yok, dediler, batı mutfağı yazan menü
sahiden batı mutfağı oluyor. Ben huşu içinde bir spagetti bolognez istedim.
Fena değildi. Bana bakın, dedim, yarın evimize gidince aşçı ne pişirdiyse onu
yiyeceğiz, mercimek çorbası, köfte, salata, ıspanak, enginar, ne varsa onu
yiyeceğiz. Ay ben maymun gö....zü yiyecem, canım timsah kirpiği çekti falan
diyenin gözünü oyarım. Ben gittikten sonra 2 geceniz var, çok istiyorsanız o
zaman gider ne yiyecekseniz yersiniz. Bu arada bu ağzına .... kırdığımın
lokantası bir soğuk bir soğuk, ben polar hırkamla dondum. Yemekten sonra biraz
iliklerimiz ısınsın diye otelin dışına çıktık, ısınıp geri girdik.
Ertesi
sabah, daha doğrusu öğlen uçağımıza bindik. KL’e inince, doğru bilgisayar
çarşısına gittik çünkü ertesi gün de yapacağımız şeyler var, bilgisayar olayına
ayıracak başka zaman yok. 5-6 katlı kocaman bir çarşı, ne ararsan var, çeşit
çeşit, renk renk, boy boy, meraklısı için lunapark gibi, kendini kaybedersin.
Neyse, oradan kendime bir laptop aldım. Bu işi de halletmiş olduk. Sonunda.
Kızlar artık ayaklarını sürüyerek yürümeye başlamışlardı ama hepsi çok kibar
diplomatlar oldukları için hiç bir şey demediler. Valla ne yalan söyleyeyim,
ben pek mutlu oldum.
Ertesi
gün benim son günüm (ablamlar 2 gün sonra dönecek, ben bu geziye sonradan dahil
olduğum için gidişte aynı uçakta olabildik ama dönüşte, Çarşamba günkü uçak
biletinin fiyatıyla Cuma günkü arasında 350 euroya yakın fark vardı, ben de
Çarşamba dönerim, dedim, yani tamam, bileti babam ödüyor ama bokunu da
çıkarmamak lazım, di mi ama?), o gece uçağım kalkıyor ama günü boş geçirmek
olmaz. “Batu Caves” isimli, Hindistan dışındaki en büyük Hint Tapınağına
gittik. KL’in hemen dışında, ya da kıyısında, denebilir, şehrin dışına falan
çıkmıyorsun, yani içinde sayılır. Kocaman bir mağara tapınak ama öyle böyle
değil. Girişindeki Murugan (Hint Tanrısı) heykelinin boyu 42 mt., dünyanın en
büyük Murugan heykeliymiş. 1550 metreküp beton, 250 ton çelik iskeletten
yapılmış. Üstü de 300 lt altın boya ile boyanmış. Devasa bir şey. Yanından
yukarı, mağaranın girişine doğru 270 basamak merdiven var. Çıktık. Tepede
kocaman bir mağaraya giriyorsun. Bu arada, habire çevrede dolaşıp duran küçük
maymunlar var, milletin elindeki torbalara falan saldırıyor, yiyeceklerini
çalıyorlar. Mağaranın içinde bir kaç tane tapınak var, hepsinin tanrısı da
Murugan’ın akrabaları. Çok etkileyiciydi tabi. Girişte bir hindu rahip bizi
kutsadı, alnımıza kül ve kırmızı boya koydu, tütsü dumanını üstümüze üfledi,
arındık yani. Her şey iyiydi hoştu da, maymunlar yüzünden olsa gerek, koskoca
mağara kokuyordu.
Merdivenleri
çıkarken bayağı hırpalanmış olmalıyım ki inerken bacaklarım titriyordu.
Sonra
şoför bizi bir kelebek imalathanesine götürdü. Yani kelebek yapmıyorlardı tabi,
ölmüş kelebekleri kurutup proses ettikten sonra muhtelif hediyelik eşyalar
yapıyorlar, çerçeve, kitap arası falan. Sadece kelebek de değil, çerçevelenmiş
böcekler, akrepler falan da vardı.
En
son olarak da Craft Center denen, turistik hediyelik eşyaların satıldığı bir
yere gittik. Pek şık, güzel bir yerdi. Ben 1-2 şey alıp işimi bitirdim ama
Demet ile ablamın işleri bitmek bilmiyor, ben dışarı çıkıp sigaramı yaktım, bir
banka oturdum. Yanıma bir kadın geldi, oturdu, o da sigara içiyor, sarışın, iri
yarı bir kadın. Bana döndü ve ingilizce olarak şöyle dedi: “Türk müsünüz?”
Eşhedüüüü... kadına bakakaldım. Meğer kadın Rus’muş ve Rusya’daki Türk Amerikan
derneğinde çalıştığından Türkçe’ye biraz aşinaymış (Rusya’da Türk Amerikan
derneğinin ne işi var, diyeceksiniz, valla bilmiyorum, belki de ben yanlış
anladım), bizim kendi aramızdaki konuşmaları duymuş da... falan falan. Bu da,
ilginç bir olay olarak anılarımda yer aldı.
Eve
döndük. Artık iyice yolculuk moduna girdim. Eşyalarımı topladım, tamamen
gitmeye hazır hale geldim. Uçağım sabah karşı 3:40’da, evden 1’de ayrılacağız,
yatsan yatılmaz, bir dvd seyrettik, sonra televizyonda bir şey bulup onu
izledik. Sonunda Bala (şoför) geldi, ablam da gelecem diye tutturdu, bindik
arabaya, havaalanına gittik. Bala beni boarding kapısına kadar götürdü. Ablam
oralara geçemedi, bir noktadan sonra onu bıraktık. Bala kendini o kadar sorumlu
hissediyor ki, neredeyse elimden tutup beni pilota teslim edecekti. Kapıdan
sonra olacakları da güzelce anlattı, buradan geçecen, bu kapı zaten sadece
sizin uçağa gider... falan. Neyse sonunda zor da olsa Bala ile de ayrıldık. Ben
biraz dolandım, gecenin o saatinde hiç bir yer açık da değil ki bakınıp vakit geçireyim,
neyse çok da fazla beklemedim zaten, uçağa bindim, biraz uyudum, biraz film
izledim, sabah 06:30’da Doha’daydım. Ankara uçağım 14:30’da. Önce bi sigara
içeyim dedim, gaz odasına gittim, sabahın o saatinde 1-2 kişi var ve kapısı da
açık, yani kilitli değil manasında söylemiyorum, kapı ardına kadar açık, biraz
havalansın diye açmışlar herhalde. Bu arada ablama telefondan mesaj attım
“Doha’dayım ama Manila uçağını kaçırmışım”. Ablamın cevabı “aaa, tüh, bari
Ankara uçağına bin”. Biraz sonra bir mesaj daha geldi ablamdan “kapını buldun
mu?”, la havle, “Aman abla, göt kadar havaalanı, ben bulmasam kapı beni bulur
zaten” diye yazdım, “olsun, ben ablayım, endişelenmem lazım”.
Bi
kafe buldum, çay aldım, bir masaya yerleştim, bilgisayarı açtım, resimleri düzenlemeye
başladım, herkesdeki bütün fotoğrafları topladığım için, onların harmanlanıp
sıraya sokulmaları gerek. Allahtan bu iş varmış, 8 saat oyaladı beni. Yalnız
olmanın en kötü yanı, yaklaşık bir buçuk saatte bir her şeyi topla,
bilgisayarı, kablolarını falan çantasına koy, tuvalete git, sigara iç, gel
tekrar yerleş. Ama o da geçiyor valla. Sonunda Ankara uçağına bindim. Akşam
17:00’de Ankara’ya indim. İşte 12 günün sonu. Bu da bitermiş meğer.
Kasım
2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder