3 Temmuz 2016 Pazar

Malezya Notları-3

Ertesi sabah, Sarawak Cultural Village’a gitmek üzere yola çıktık. Kuching’e 35 km mesafede, ormanın içinde, Sarawak’ın tarihinde yer alan 7 etnik grubun otantik etnik evlerini içeren, yaşantıları, kültürleri ile ilgili doğal ortamları yaratılarak hem bilgi vermeyi hem eğlendirmeyi
amaçlayarak 17 dönüm içinde yaratılmış, yaşayan müze gibi bir yer. Buraya girerken herkese sembolik birer pasaport veriyorlar, “en zevkli ve unutulmayacak deneyim” pasaportu. Bizim rehberimiz bunları bizim için alıp hazır etmişti, bunu ziyaret ettiğiniz her evde damgalatıyorsunuz. Hava çok sıcak ve nemliydi. Evleri gezerken bir ara bir baktım çenemden ter damlıyor, o raddede yani. Ama bütün evleri gezdik, katiyen pes etmedik, yılmadık, yıkılmadık.

Sarawak’ta yaşayan halkların kendilerine özgü evlerine “Longhouse” deniyor. Hala Longhouse’larda yaşayanlar var ama bir çoğunda artık modern donanımlar, uydu yayını falan var.

Rumah Cina: Çin Çiftlik Evi. Çinliler buraya 19.yy başlarında, zamanın Sarawak Raja’sının ülkede tarımı geliştirmek için başlattığı özel bir göç programı çerçevesinde gelmişler. Şu anda Sarawak nüfusunun üçte biri Çinli. Bu evler diğer yerel geleneksel evlerin aksine, tabana oturtulmuş. Eve girdik, çin şapkaları ve sepetleriyle fotoğraf çektirdik, bizdeki değirmen prensibiyle çalışan pirinç öğüttükleri bir alete bakıyorduk ki, elimde bir hareket hissettim, baktım, fıstık yeşili bir tırtıl, “ay ay abla abla” diye feryadımı duyanlar, ablamın daha sonra dalga geçtiği gibi, dev tırtılların saldırısına uğradığımı sanabilir, eh, dev olmasa da bir tırtıl saldırısı olduğu doğru. Panikle elimi savurdum, hayvan bi yere gitti ama görmedim, ablam “tamam, gitti işte, yok” derken bir baktım, elimdeki fotoğraf makinasının üstünde “ay ay işte burada, al şunu al çabuk” derken, neyse dev tırtılı lazer tabancasıyla bertaraf ettik. Bu arada rehberimiz hafif gerildi,  muhtemelen “aha da sıçtık, ormanın içindeyiz, bu kadın tırtıla bu kadar olay çıkarıyorsa, böcek möcek görürsek boku yedik, şunları bırakıp kaçsam mı acaba” diye düşünüyordu ama bundan sonrasında hiç bir vukuat olmadı.

Rumah Melayu: Malay evi. Direkler üstüne oturtulmuş, ağaçtan yapılma bir ev. Verandası var. Konuklar verandaya girmeden seslenirlermiş, biri çıkıp karşılayana kadar verandaya çıkamazmış. Bu evde kadınlar “love letter” denen geleneksel bir... bir... yiyecek bir şey yapıyorlar. Tadı bizim dondurma külahına benzeyen bir şey.

Rumah Melanau: Bu halk Sarawak’ın kıyı şeridinin orta bölgesinde yaşıyor. Korsan saldırılarından korunmak için evlerini 40 feet (yaklaşık 12 mt) uzunluğundaki direklerin üstüne yapıyorlar. Saldırı olursa, korsanlar yukarı tırmanamadan başlarından aşağı kaynar su, yağ falan döküyorlarmış. Melanau’ların diğer Borneo halklarından en önemli farkı, pirinç yerine, kıyı şeridindeki bataklıklarda yetişen, Sago denilen 10 m yüksekliğinde bir tür palmiye ağacının kabuğunun iç tarafındaki kısmını yiyor olmaları. Tabi ki bunu maymun gibi kemirmiyorlar, proses ediyorlar, en son bizim kuskusa benzeyen minik toplar haline getiriyorlar. Tadı nişastaya benziyor, kuruyemiş gibi de yiyorlar, yemeklere de katıyorlar.

Rumah Orang Ulu: Yukarı Nehir Sakinlerinin evi. Bu halk kılıç yapımında ustaymış. Bölgelerinde keşfettikleri demir madeninden çıkardıkları demirden kılıç yapıyorlarmış. Orang Ulu’lar evlerini çok sağlam, evladiyelik yaparlar, kuşaklar boyunca kullanırlarmış. Tarımla uğraştıkları ve sulama konusunu sanata çevirdikleri için yeni yaşam alanları aramak zorunda kalmazlarmış. Diğer halklardan farklı olarak bu toplulukta sınıflar oluşmuş. Üst tabakanın şapkaları çok renkli, gösterişli iken, alt tabakanın daha gösterişsiz, basit şapkaları var. Ayrıca Orang Ulu’lar vücutlarına dövme yapıyorlar.

Rumah Penan: Penanlar, ormanın ürkek göçmen kabilesi. Borneo’nun iç taraflarındaki bakir ormanların içinde yaşıyorlar. Evlerini, vahşi sago ağaçlarının yanında, bir kaç hafta veya aylığına, derme çatma yapıyorlar. Yemeklerini depoluyorlar, bittiğinde yer değiştiriyorlar. Penanların en önemli özelliklerinden biri, blowpipe (bir tarafından üfleyerek zehirli ok atılan ağaç boru) yapma ve kullanmadaki ustalıkları.

Rumah Iban: Evlerini nehir kenarına yapan Ibanlar “sea dayak” olarak da biliniyorlar. Dayak, özellikle Borneo’nun iç kısımlarında yaşayan yerli halklara verilen isim. Ibanlar bunların bir kolu ve kolonyel dönemde İngilizler bunlara “Sea Dayaks” demiş. Ibanlar savaşçı bir kabile ve kafatası avcılığı ile ünlüler. Ibanlar tarım yapıyor ve kullandıkları alan verimsiz olana kadar, ortalama 15-20 yıl aynı yerde kalıyorlar, sonra toparlanıp, nerede taze toprak bulurlarsa oraya tekrar yerleşiyorlar. Kafataslarını tazeyken (töbe töbe) evlerin tavanına, kokudan rahatsız olmamak için yükseğe asıyorlar. Kafatası sahibi olmak bir itibar sağlıyor. Evlerini gemilerin yüzebileceği kadar derin nehirlerin kıyısına yapıyorlar ve ulaşım ancak nehirden olabiliyor.

Rumah Bidayuh: İlk Avrupalı gezginler, evlerini akarsu yakınlarında ama dağların dik yamaçlarına yapan Bidayuhlara “Land Dayaks” demişler. Akarsuya bent yapıp, biriken suyu bambularla evlerine getiriyorlar. Bidayuhlar ayrıca şeker kamışının suyunu çıkarabiliyorlar.

Bu halkların hepsi hala yaşıyor. Bir kısmı hala, burada gördüğümüz geleneksel evlerde yaşıyormuş. Sarawak nufusundaki oranları şöyle:

Çinli: %28
Malay: %19
Melanau: %5.8
Orang Ulu: %5.5
Penan: %4.5
Iban: %29
Bidayuh: %8.4

Bu turu tamamladıktan sonra, en son, burada gördüğümüz halkların danslarından oluşan bir folklor gösterisi izledik. Sonra da oradaki restoranda yerel yemekler yedik. Dün akşam yediklerimize benziyordu, gene ayar yoktu. Burada içecek olarak hindistancevizi suyu getirdiler, pek sevindim, canım çektiydi.

Otele döndük. Rehberimiz saat 5’de nehir gezisi için bizi almaya geleceğini söyleyerek ayrıldı. Biz de yakındaki Çin mahallesine gittik. Bi numara yoktu, hırdavatçılar, otomobil parçası satıcıları, çalı süpürgesinden kreme kadar herşeyin satıldığı bakkal cinsi yerler, küçük kötü lokantalar, yoğun bir koku. Otele dönüp kendimizi güzel lounge’ımıza attık.

Saat 5’te geldi Abdul Rahman, minibüse bindik, kıyıya gittik, küçük ama özel bir tekne bizi bekliyordu. Nehirde bir yukarı bir aşağı dolaştık. Nehrin otelimizin olduğu tarafı temiz, modern, zengin bir görüntü sergilerken, karşı tarafı tam bir sefalet içerisinde gibiydi. Nehrin kenarında dizilmiş yıkık dökük, derme çatma evler, pis nehir suyuna giren çocuklar, nehire çöplerini boşaltanlar, falan, tuhaftı yani. Bu arada bu nehirde de timsah varmış ama şehir tarafına gelmiyorlarmış.

Akşam yemeği için Hilton’un karşısında Gossip Cafe diye bir yere gittik.  Geleneksel yemekler yedik. Gene. Hepsi aşağı yukarı birbirine benziyor.

Ertesi sabah Orang-Utan’ları (“orang” insan, adam demek, “utan” da orman) görmek üzere Semenggok Rehabilitation Centre’a doğru yola çıktık. Burası Kuching’in 20 km kadar kuzeyinde, çeşitli şekillerde bebekken kurtarılmış (kaçak avcılar bebeği kaçırıp satıyorlar, bunun için de anneyi öldürmeleri gerek, başka türlü alamıyorlar. Bunların elinden bir şekilde kurtarılan bebekler de rehabilite edilmek üzere buraya getiriliyorlar çünkü bebek orangutanlar 2 yaşına kadar annesinin üstünde, 4 yaşına kadar da annesinin yanında büyüyor, anne olmayınca ne yapacağını bilemiyor) ve vahşi hayatta yaşayabilmek üzere rehabilite edildikten sonra tekrar ormana bırakılmış orangutanların yaşadığı bir bölge. Genellikle başlarının çaresine bakabiliyorlar ama ormanda meyvelerin azaldığı zamanlarda karınlarını doyurmak için buradaki beslenme alanına da gelebiliyorlar. Burada 30 kadar orangutan var ve hepsinin de ismi var. Sürünün lideri Richy 49 yaşında, avcılar 2 yaşındayken annesini öldürüp bunu kaçırmışlar. Richy adında bir gazeteci bunun satıldığını görmüş, para verip hayvanı almış ve buraya getirmiş. Adını da bundan dolayı Richy koymuşlar. Buranın ilk müşterisi olabilir ama bilmiyorum.

Beslenme saatinde oradaydık. Önce bir yetkili brifing verdi. Yanınızda yiyecek içecek taşımayın, sessiz olun, fotoğraf çekerken flaş kullanmayın sinirleniyorlar, siz onları görmeden çok önce onlar sizi yukarıdan görür, özellikle genç orangutanlar kopardıkları kuru dalları kafanıza atabilir, bunlar evcil hayvan değillerdir, eğer yaklaşan biri olursa kek gibi “ay orangutanla resim çektireyim” diye sakın yanına gitmeyin, yoksa arkadaşlarınıza göstereceğiniz daha kalıcı bir şeyiniz olur, sizi ısırırlar (ama bi resimler var girişte, yaralar ısırmaktan ziyade koparmaya yakın görünüyor), ... Sonra başladık ormanın içinde yürümeye, ablam “sankim adeta ormanın içinde yürüyoruz” dedi. Abla, dedim, ormanın içindeyiz zaten. Ama patikadan yürüyormuşuz, sayılmazmış (!!??), babababa, hanım kendini Indiana Jones filminde zannetti, palayla kendimize yol açmadığımız ormana orman demiyor. Ben sağdan soldan gelen hışırtılar eşliğinde her an üstüme düşebilecek börtü böceğe veya ayağıma sarılabilecek muhtelif sürüngenlere değil orangutanlara fokuslanmaya çalışıyorum, enerjim tükenmiş, kadın zevzeklik yapıyor, “bana bak, sus yoksa seni orangutanlara veririm” dedim.

200 mt kadar ileride bir izleme platformu var, zaten oradan öteye gidilmiyor. Ama çevresinde tel örgü veya herhangi bir koruma falan yok, öyle açıkta duruyorsun. Bunun 50 mt kadar ilerisinde de bir başka platform var, bir görevli elinde kocaman bir meyve sepetiyle orada duruyor. Az sonra yukarıda bir hareketlenme oldu. Bir kaç tanesi gelmeye başladı. Bir tanesi platforma indi, görevliden bir kaç tane muz aldı gitti. Biri daha böyle geldi gitti. Derken Richy geldi. Richy de Richy yani, kocaman bir şey, diğerlerinden çok iri, o gelirken görevli bütün meyveleri platformun üzerine boşalttı ve uzaklaştı. Richy geldi, meyvelerin başına oturdu, tek tek yemeğe başladı. O oradayken diğer orangutanlardan hiç biri gelemedi, sadece bir anne, sanırım anne olmanın ayrıcalığını kullanıyordu, geldi, Richy’nin önünden bir kaç meyve aldı ve hızlıca uzaklaştı. Sonra Abdul Rahman geldi, orangutan değil, rehberimiz olan, öbür tarafta bir başka beslenme alanında anneyle bebeği (bebek 2 yaşına yakınmış) besleyeceklerini söyledi, koşa koşa geri gittik. Gerçekten adamın biri, kucağında meyve sepetiyle, bir de içi süt dolu koca bir biberon, hemen önümüzde duruyor. Önce annenin dikkatini çekmeye çalıştı, anne bebeğiyle gelirken 3-5 mt ötemizde, küçük bir platforma meyveleri döktü, biberonu bıraktı. Bebek annenin üstünde, bi karnına tutunuyor, bi başına çıkıyor, dolanıp duruyor, anne de üstünde sinek varmış gibi gayet rahat hareket ediyor, inanılmaz güzeldiler. Anne halatların üstünden gelirken, ağaca bir kaç metre kala bebeği üzerinden ayırıyor ve halata tutunarak ağaca varmasını sağlıyor. Yani eğitiyor. Platforma geldiler, anne uzandı, biberonu aldı ve bi güzel içti, yavru da aradan uzanarak meyve almaya çalışıyor, sonunda indi aşağıya, bir eli ile annesini tutarak (bağlantıyı koparmıyor) bir muz aldı garibim, ah çocuum ah çocuum, bu kadından sana hayır yok, bak başının çaresine. Sonra görevli, bir hindistancevizi verdi anneye. O kapkalın yeşil kabuğu dişiyle cırt cırt soyuverdi, soyduğu parçalardan birini de yavrusuna verdi, o da onu kemirdi, ikiye ayırdı falan. Yani eğitim devam ediyor. Anne sonunda kahverengi kısma geldi, onu da ağaca vura vura kırdı, akan suyu hem bebeğine içirdi hem kendi içti. Bir süre daha onları seyrettikten sonra timsahların beslenme saatini kaçırmamak için Jong’s Crocodile Farm’a doğru yola çıkmak üzere oradan ayrıldık.

Jong’s Crocodile Farm, Semenggok’dan 8-10 km ötede. Burası hayvanat bahçesi gibi bir yer,  esas olarak her taraf timsah kaynıyor (burada elbette tel örgüler var) ama ayrıca bir kaç maymun, oklu kirpi, hornbill, sunbear falan var. Sunbear, bir ayı türü, pigme ayı, yani yetişkinleri, normal bir ayının yavrusundan biraz iri, kapkara sevimli bir şey. Kirpi deyince de öyle küçük çizgi film kirpileri gelmesin aklınıza, bunlar kocaman, neredeyse benim kadarlar, biraz abartmış olabilirim ama en az 25-30 kg falan varlar. Bir de maymunlar var, küçük maymunlar, niyeyse ayrı kafeslere koymuşlar, kafes dediysem öyle küçük kafes değil, kocaman yaşam alanları var. İki tanesi tel örgünün arkasında karşı karşıya oturmuşlar, sakin, huzurlu bir şekilde birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlardı. Biraz ileride de 3-5 Çinli adam hobarey yapıyorlar, biri elinde bir sopayla gelip maymunlardan birini dürtmeye başlamaz mı? Hayvan önce oralı olmadı, adam devam edince birden çıldırdı, sopayı kopardı, ucu zıptın gibi oldu, öküz herif devam ediyor, zavallı maymun da şuursuzca saldırıyor, ağzını burnunu parçalayacak. Biz bu arada armut toplamıyoruz tabi, 4 kadın avaz avaz “dur yapma, kes şunu, n’apıyorsun, dursana” diye bağrınıyoruz, hayvan herif hiç oralı değil, biz artık hafiften adama doğru hamle yapınca döndü arkasını yürümeye başladı. Demet hırsını alamadı, adamın arkasından “are you happy now?” diye bağırdı. Demet de 45 kg, küçücük bir kadın, adam bi çaksa yarısı boşa gider ama bizim de sayı üstünlüğümüz var. Allaan su katılmamış öküzü, süzme hayvan, bize gülerek bakıp gitti. Hani şeytan diyor ki atla kafasına, parça pinçik yap, koy bi kafese, sopayla da değil, kaktüsle kıçını dürt. Uzunca bir süre arkasından söylendikten sonra sakinleyebildik.

Timsahların beslenmelerinin izlenmesi için de bir yer yapmışlar. Timsahların olduğu kocaman göletin önünde, bu sefer tel örgülerin ardında, oturma yerleri var. Göletin üstünde boydan boya gerilmiş bir ip var, buraya çengelle kocaman bir et parçası takıp göletin ortasına doğru getiriyorlar. Timsah önce bir süre eti izliyor, sonra sudan biraz yükselip biraz daha izliyor, sonra bir sıçrıyor, aklınız durur, o koca hayvan neredeyse boyu kadar sıçrıyor. Ama tabi bunlar orangutanlar kadar sevimli değildi.

Buradan da ayrılıp, yol üstünde The Banquet diye bir yere öğle yemeğine gittik. Gene geleneksel yemekler ama bu sefer biraz daha Çin yemeğine yakındı. 3. yemekten sonra herkes doymuştu ama adamlar getirdikçe getiriyor, ben kendimi hiç zorlamadım tabi, sadece her gelen yemeğin tadına baktım ama kızlar, yemezsek ayıp olur diye her geleni yediler, bir nevi bokunu çıkardılar. 8-10 çeşit falan yemek geldi, düşünün yani. Ben artık kızları dehşet içinde izliyordum. Ondan sonra da o kadar yemekten rahatsız olup, öf, pöf, diye başladılar.

Yemekten sonra otelimize döndük. Abdul Rahman’dan ayrıldık, artık ertesi sabah bizi havaalanına götürmeye gelecek. Önce lounge’ımıza gidip bir şeyler içtik. Bu arada bu lounge da sayemizde en yoğun günlerini yaşadı, valla 4 gün boyunca ne zaman oraya gitsek bizden başka kimse yoktu. Bizim için mükemmeldi tabi, sanki özel salonumuzdaydık. Sonra otelden çıktık, bir sürü dükkanın olduğu bir sokak bulduk, yanyana onlarca hediyelik eşya dükkanı, epeyce dolanıp biraz alışveriş yaptık.

Akşam yemeğimiz oteldeydi. İndik lokantaya, menü geldi, ben artık geleneksel yemekten kusacam, baktım Batı Mutfağı diye bir sayfa var, ulan dedim, bunlara da kendi baharatlarını falan koyuyorlar mı acaba? Yok, dediler, batı mutfağı yazan menü sahiden batı mutfağı oluyor. Ben huşu içinde bir spagetti bolognez istedim. Fena değildi. Bana bakın, dedim, yarın evimize gidince aşçı ne pişirdiyse onu yiyeceğiz, mercimek çorbası, köfte, salata, ıspanak, enginar, ne varsa onu yiyeceğiz. Ay ben maymun gö....zü yiyecem, canım timsah kirpiği çekti falan diyenin gözünü oyarım. Ben gittikten sonra 2 geceniz var, çok istiyorsanız o zaman gider ne yiyecekseniz yersiniz. Bu arada bu ağzına .... kırdığımın lokantası bir soğuk bir soğuk, ben polar hırkamla dondum. Yemekten sonra biraz iliklerimiz ısınsın diye otelin dışına çıktık, ısınıp geri girdik.

Ertesi sabah, daha doğrusu öğlen uçağımıza bindik. KL’e inince, doğru bilgisayar çarşısına gittik çünkü ertesi gün de yapacağımız şeyler var, bilgisayar olayına ayıracak başka zaman yok. 5-6 katlı kocaman bir çarşı, ne ararsan var, çeşit çeşit, renk renk, boy boy, meraklısı için lunapark gibi, kendini kaybedersin. Neyse, oradan kendime bir laptop aldım. Bu işi de halletmiş olduk. Sonunda. Kızlar artık ayaklarını sürüyerek yürümeye başlamışlardı ama hepsi çok kibar diplomatlar oldukları için hiç bir şey demediler. Valla ne yalan söyleyeyim, ben pek mutlu oldum.

Ertesi gün benim son günüm (ablamlar 2 gün sonra dönecek, ben bu geziye sonradan dahil olduğum için gidişte aynı uçakta olabildik ama dönüşte, Çarşamba günkü uçak biletinin fiyatıyla Cuma günkü arasında 350 euroya yakın fark vardı, ben de Çarşamba dönerim, dedim, yani tamam, bileti babam ödüyor ama bokunu da çıkarmamak lazım, di mi ama?), o gece uçağım kalkıyor ama günü boş geçirmek olmaz. “Batu Caves” isimli, Hindistan dışındaki en büyük Hint Tapınağına gittik. KL’in hemen dışında, ya da kıyısında, denebilir, şehrin dışına falan çıkmıyorsun, yani içinde sayılır. Kocaman bir mağara tapınak ama öyle böyle değil. Girişindeki Murugan (Hint Tanrısı) heykelinin boyu 42 mt., dünyanın en büyük Murugan heykeliymiş. 1550 metreküp beton, 250 ton çelik iskeletten yapılmış. Üstü de 300 lt altın boya ile boyanmış. Devasa bir şey. Yanından yukarı, mağaranın girişine doğru 270 basamak merdiven var. Çıktık. Tepede kocaman bir mağaraya giriyorsun. Bu arada, habire çevrede dolaşıp duran küçük maymunlar var, milletin elindeki torbalara falan saldırıyor, yiyeceklerini çalıyorlar. Mağaranın içinde bir kaç tane tapınak var, hepsinin tanrısı da Murugan’ın akrabaları. Çok etkileyiciydi tabi. Girişte bir hindu rahip bizi kutsadı, alnımıza kül ve kırmızı boya koydu, tütsü dumanını üstümüze üfledi, arındık yani. Her şey iyiydi hoştu da, maymunlar yüzünden olsa gerek, koskoca mağara kokuyordu.

Merdivenleri çıkarken bayağı hırpalanmış olmalıyım ki inerken bacaklarım titriyordu.

Sonra şoför bizi bir kelebek imalathanesine götürdü. Yani kelebek yapmıyorlardı tabi, ölmüş kelebekleri kurutup proses ettikten sonra muhtelif hediyelik eşyalar yapıyorlar, çerçeve, kitap arası falan. Sadece kelebek de değil, çerçevelenmiş böcekler, akrepler falan da vardı.

En son olarak da Craft Center denen, turistik hediyelik eşyaların satıldığı bir yere gittik. Pek şık, güzel bir yerdi. Ben 1-2 şey alıp işimi bitirdim ama Demet ile ablamın işleri bitmek bilmiyor, ben dışarı çıkıp sigaramı yaktım, bir banka oturdum. Yanıma bir kadın geldi, oturdu, o da sigara içiyor, sarışın, iri yarı bir kadın. Bana döndü ve ingilizce olarak şöyle dedi: “Türk müsünüz?” Eşhedüüüü... kadına bakakaldım. Meğer kadın Rus’muş ve Rusya’daki Türk Amerikan derneğinde çalıştığından Türkçe’ye biraz aşinaymış (Rusya’da Türk Amerikan derneğinin ne işi var, diyeceksiniz, valla bilmiyorum, belki de ben yanlış anladım), bizim kendi aramızdaki konuşmaları duymuş da... falan falan. Bu da, ilginç bir olay olarak anılarımda yer aldı.

Eve döndük. Artık iyice yolculuk moduna girdim. Eşyalarımı topladım, tamamen gitmeye hazır hale geldim. Uçağım sabah karşı 3:40’da, evden 1’de ayrılacağız, yatsan yatılmaz, bir dvd seyrettik, sonra televizyonda bir şey bulup onu izledik. Sonunda Bala (şoför) geldi, ablam da gelecem diye tutturdu, bindik arabaya, havaalanına gittik. Bala beni boarding kapısına kadar götürdü. Ablam oralara geçemedi, bir noktadan sonra onu bıraktık. Bala kendini o kadar sorumlu hissediyor ki, neredeyse elimden tutup beni pilota teslim edecekti. Kapıdan sonra olacakları da güzelce anlattı, buradan geçecen, bu kapı zaten sadece sizin uçağa gider... falan. Neyse sonunda zor da olsa Bala ile de ayrıldık. Ben biraz dolandım, gecenin o saatinde hiç bir yer açık da değil ki bakınıp vakit geçireyim, neyse çok da fazla beklemedim zaten, uçağa bindim, biraz uyudum, biraz film izledim, sabah 06:30’da Doha’daydım. Ankara uçağım 14:30’da. Önce bi sigara içeyim dedim, gaz odasına gittim, sabahın o saatinde 1-2 kişi var ve kapısı da açık, yani kilitli değil manasında söylemiyorum, kapı ardına kadar açık, biraz havalansın diye açmışlar herhalde. Bu arada ablama telefondan mesaj attım “Doha’dayım ama Manila uçağını kaçırmışım”. Ablamın cevabı “aaa, tüh, bari Ankara uçağına bin”. Biraz sonra bir mesaj daha geldi ablamdan “kapını buldun mu?”, la havle, “Aman abla, göt kadar havaalanı, ben bulmasam kapı beni bulur zaten” diye yazdım, “olsun, ben ablayım, endişelenmem lazım”.

Bi kafe buldum, çay aldım, bir masaya yerleştim, bilgisayarı açtım, resimleri düzenlemeye başladım, herkesdeki bütün fotoğrafları topladığım için, onların harmanlanıp sıraya sokulmaları gerek. Allahtan bu iş varmış, 8 saat oyaladı beni. Yalnız olmanın en kötü yanı, yaklaşık bir buçuk saatte bir her şeyi topla, bilgisayarı, kablolarını falan çantasına koy, tuvalete git, sigara iç, gel tekrar yerleş. Ama o da geçiyor valla. Sonunda Ankara uçağına bindim. Akşam 17:00’de Ankara’ya indim. İşte 12 günün sonu. Bu da bitermiş meğer.

Kasım 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder